Bilimle İlgili 101 Sayfa |
Yanıt Yaz | Sayfa <12 |
Yazar | |
syl@r
Süper Üye Kayıt Tarihi: 02-Mayıs-2007 Konum: Kirikkale Aktif Durum: Aktif Değil Gönderilenler: 148 |
Alıntı Cevapla Gönderim Zamanı: 30-Temmuz-2007 Saat 14:29 |
ORTAÇAĞ'DA BİLİM
ORTAÇAĞ HRİSTİYAN DÜNYASI'NDA BİLİM Eskiçağ ile Yeniçağ arasında kaldığı için Ortaçağ olarak adlandırılmış olan bu dönemin baslangıç ve bitiş tarihleri kabaca 4. ve 14. yüzyıllar olarak belirlenmiş ve arada kalan bin yıllık dönem birbirlerinden az çok farklı özellikler sergiledikleri için üç kısma bölünmüştür: 4. ve 10. yüzyıllar arası Erken Ortaçağ 11. ve 12. yüzyıllar arasi Yüksek Ortaçağ ve nihayet 13. ve 14. yüzyıllar arası ise Geç Ortaçağ olarak adlandırılmaktadır. Ortaçağ düşüncesinin belirgin özelliklerinden birisi, dinî öğretilere dayanan dinsel bakışın ön plana çıkmasıdır; ancak düşüncede dinîleşme Yahudilik ve Hristiyanlık gibi dinlerin ortaya çıkması veya güçlenmesi ile başlamamıştır; kökleri Hellenistik Dönem ve Roma Dönemi felsefelerine ve özellikle de Yeni Platonculuk'a ve Stoacılık'a kadar geri götürülebilir. Yunan düşüncesinde böyle bir eğilimin güçlendiği yıllarda Hristiyanlık'ın doğması ve yayılması, öyle anlaşılmaktadır ki düşüncede dinîleşme sürecine büyük bir ivme kazandırmış ve Hristiyanlık'ın Romalılar tarafından resmî bir din olarak benimsenmesi sonucunda dinî düşünce dinî olmayan düşünceyi giderek etkisiz hale getirmiştir. Hristiyanlık'ın ortaya çıktığı yıllarda, iki farklı dünyanın, yani Sâmî Dünyasi ile Yunan-Roma Dünyası'nın dinî ve felsefî birikimlerinin uzlaştırılması gerekmiştir; aslında bu, inançlılar açısından bakıldığında kaçınılmaz bir görevdir; çünkü Roma İmparatorluğu'nu oluşturan bu iki önemli geleneği, uygun bir biçimde kaynaştırmadan toplumsal düzeni sağlamak ve dolayısıyla kamusal yönetimi sorunsuz bir biçimde gerçekleştirmek olanaklı değildir. Burada baskın olan veya süreç içerisinde baskınlaşan birikim, Sâmî Dünyası'nın birikimidir; bu nedenle Yunan-Roma birikimi, olduğu gibi benimsenmemiş, Hristiyanlık'ın ilkeleri ile bağdaşabilen veya bağdaşmasa da bağdaşırmış gibi gösterilebilen Platon ve Aristoteles felsefeleri kısmen alınmış, diğerleri ise atılmıştır. Düşüncede dinîleşme sürecinin sonunda, Eskiçağ'ın ilk dönemlerinde yürürlükte olan "doğru bilgi arayışı", son dönemlerinde ve bütün Ortaçağ'da yerini "doğru davranış arayışı"na bırakınca, ister istemez bilimsel etkinlik ve buna bağlı olarak bilim de değerini ve önemini yitirmiştir; çünkü şurası açıktır ki bilimsel etkinliğin ürünü olan bilimsel bilgi, praxis ile ilgili değil, theoria ile ilgilidir ve dolayısıyla bir insanın nasıl davranması gerektiğine ilişkin herhangi bir yargı içermez. Ortaçağ'da bilim, çesitli nedenler yüzünden ve en çok da yukarıda belirtmiş olduğumuz neden yüzünden Batı Dünyası'nda eski değerini yitirmiştir ama tamamen unutulmamıştır; bilimin unutulması veya tarihin herhangi bir döneminde herhangi bir toplum içinde tamamen işlevsiz kalması olanaksız görünmektedir; çünkü hem insan aklının işleyiş biçimi ve hem de insan toplumlarını gündelik gereksinimlerini gidermeye yönelik eylemleri, şu veya bu biçimde, şu veya bu miktarda bilimsel etkinliği kaçınılmaz kılmaktadır. Ortaçağ'da da böyle olmuş, Yunanlıların bilimsel bilgi birikimlerinin hiç değilse bir kısmı, Yedi Özgür Sanat içine giren Quadrivium (Dörtlü: aritmetik, geometri, astronomi ve müzik) dersleri arasında manastır ve kilise okullarında okutulmuş ve öğretilmiştir; ancak Batı Dünyası açısından bakıldığında, bilimsel bilgi birikimine önceki ve sonraki dönemlere nispetle önemli bir katkıda bulunulmadığı ve bilinenlerin büyük bir kısmının tamamen unutulduğu da doğrudur. Ortaçağ'da din, felsefe ve bilim alanlarındaki düşünsel etkinlikler, kutsal kitaplar ile otoritelerin yapıtları tarafından yönlendirilmiştir ve özellikle Aristoteles'e karşı büyük bir güven duyulmuş ve akıl ve inanç uzlaştırmasına yönelik çalışmalarda Platon'dan ziyade Aristoteles muhatap olarak görülmüştür. Albertus Magnus ile öğrencisi Thomas Aquinas gibi son dönem Hristiyan felsefesinin önde gelen iki büyük ismi ise Aristotelesçidir ve Katolik Kilisesi'nin resmî felsefesini oluştururken bu filozofun izinden gitmişlerdir. Ortaçağ'in son dönemlerinde Aristoteles mantık ve doğa bilimlerinde bir otorite olarak görülmüş ve değerlendirilmiş ve bilimsel araştırma, Aristoteles'in yapıtları üzerinde veya bu yapıtlarda betimlenmiş olan kuramlar çerçevesinde yürütülmüştür. Gökbilim ve evrenbilimde Ptolemaios'un, insanbilimlerinde ise Galenos'un otoritesi tartışılmazdır. Ortaçağ Hristiyan Dünyası'nı anlatırken çok sık kullanılan skolastik, yani scholasticus terimi, Latince schola (okul) sözcüğünden gelmektedir ve "okulcu" anlamını taşımaktadır.Ortaçağ'daki bütün düşünsel etkinlikler, bu sıfatla nitelendirilmiştir; çünkü bu etkinlikler, Ortaçağ'da ruhbanları yetiştiren manastır ve katedral okullarında yürütülmüş ve geliştirilmiştir. Dinî, felsefî ve ilmî etkinlikleri yönlendiren Skolastik Yöntem, bir Fransız düşünürü olan Petrus Abaelardus'un Sic et Non (Evet ve Hayır) adlı yapıtında açık bir biçimde anlatılmıştır. Ona göre, bu yöntemde din ve felsefe otoritelerinin düşünceleri karşı karşıya getirilir; uzlaştıkları ve uzlaşmadıkları noktalar belirlenir ve sonra da otoritelerin aslında uzlaşmakta oldukları gösterilmeye çalışılır. Bu uzlaştırma işlemi, gerçekte pek de kolay değildir; aynı konuyu açıklamaya çalışan uzlaşmaz görüşler karşısında, Ortaçağ düşünürleri çoğu kere çaresiz kalmışlardır; meselâ Evren'in yaşı sorununu ele alalım: Acaba Evren, Aristoteles'in belirttiği gibi ezelî ve ebedî midir, yoksa kutsal kitapların bildirdiği gibi belirli bir anda Tanrı tarafından 7 gün içinde yaratılmış mıdır? Bu iki görüşü, birbirleriyle uzlaştırmak olanaksız gibi görünmektedir; öyleyse bunlardan biri veya diğeri seçilmelidir; ama hangisi seçilecektir? Çünkü hangisi seçilirse seçilsin, seçilmeyenin inandiriciliği ve otoritesi sarsılacaktır.İşte Ortaçağ düşünürleri, en büyük düşünsel sıkıntıları ve bunalımları, uzlaştırma ilkesini benimsemiş olmalarına rağmen, bu tür uzlaşmaz görüşlerle karşılaştıklarında yaşamışlardır. Ortaçağ düşüncesi, bütüncüldür; yani anlamlandırma girişimlerini, varlığın belirli bir bölümüne veya belirli bölümlerine değil, bütün varlığa yöneltmiştir; Tanrı ya bütün varlığın yaratıcısı ve yöneticisi (varoluş nedeni) ya da bütün varlığın bizzat kendisi olarak algılandığından, düşünsel araştırmaların konusunu, doğrudan doğruya Tanrı oluşturur. Erken Ortaçağ Romalıların dini çok tanrılı, ilkel bir dindi ve Romalılar, bir kimsenin birkaç dine birden girmesinde hiçbir sakınca görmüyorlardı. En önemli tanrıları, bir savas tanrısı olan Mars'tı; bir savaş kazandıklarında bu Tanrı için törenler düzenlenir ve bütün Roma halkı bu törenlere katılırdı. Hristiyanlık Ortadoğu'da ortaya çıktı ve kısa bir süre içinde, yerel dinler için büyük bir tehlike oluşturmaya başladı; çünkü Hristiyanların başka bir dine girmeleri yasaktı ve bu yasak, Roma İmparatorluğu'nun birlik ve bütünlüğünü bozuyordu. İşte bu nedenle Hristiyanlık'ı kabul edenler, önceleri tutuklandılar; büyük işkencelere uğradılar; ancak Hristiyanlık, yüzlerce yıldan beri ihmal edilmiş olan yoksul kitleler arasında süratle benimsendiği için yayılmasını sürdürdü. Diğer taraftan, Roma İmparatorluk'u, bir çöküş süreci içine girmiş ve Kuzey'den gelen kavimlerin saldırıları sonucunda siyasî gücünü yitirmeye başlamıştı. Yöneticiler, devleti kurtarmak için, bir süre sonra Hristiyanlarla anlaşmak mecburiyetinde kaldılar ve İmparator Konstantin, 312 yılında Hristiyanlık'ı Roma'nın resmi dini olarak kabul etti. 326'da, İmparatorluk'un başkentini, Roma'dan Byzantion'a taşıdı ve sonradan Konstantinopolis (İstanbul) adıyla tanınan bu şehirde yeni bir medeniyet merkezinin temellerini attı. Bu tarihten sonra, Yunan ve diğer Ortadoğu dinlerinin direnmesine rağmen, Kilise gittikçe genişledi ve güçlendi; ancak birtakım hizipler birliğini ve bütünlüğünü tehlikeye sokuyordu. Tevhid ve teslis inançlarıyla ilgili olarak farklı görüşler ortaya çıktı. İsa'nın doğmasına ilişkin tartışmalar zaman içinde daha da gelişmiş ve sonuçta birbirlerine karşıt görüşler ortaya çıkmıştır.Hristiyanlık bölünmeye başladı. Büyük bir gelişme göstermiş olan Hellenistik bilimi ve felsefesi karşısında, kendi inançlarını savunmanın güç olduğunu gören Hristiyan din adamları, Yunan uygarlığının kalıntılarını silmeye çalıştılar. Hoşgörüden yoksun Kilise Babaları, kendi alanlarının dışına çıkarak, Hristiyanlık adına bilim ve felsefeye saldırdılar ve din, bilim ve felsefe çatışmalarına yol açtılar. Doğaya yönelik araştırmalarında, akıl ve bilimin rehberliği yerine Kutsal Kitab'ın rehberliğine sığındılar; meselâ Yunan astronomlarının yüzyıllar boyunca oluşturdukları bilimsel bilgi birikimini bir yana iterek, Yeryüzü'nün bir tepsi gibi düz olduğuna ve yarımküre veya çadır biçimindeki Evren ile çevrelendiğine inanmaya başladılar. Tedavi amacıyla hastaneler açmışlar; ancak bilimsel tedavi unutulmuş ve bunun yerini dinî tedavi almıştır. Din adamları, kutsal bir güce sahip olduklarını ve dua yoluyla hastaları iyileştirebileceklerini savunmuşlardır. Yeterince güçlendikten sonra, Yunan bilimini temsil eden kişilere ve kurumlara yöneldiler. Hypatya adlı bir kadın matematikçiyi, İskenderiye Kilisesi'nde öldürdüler (415) ve İskenderiye Kütüphanesi'ni yaktılar. Daha sonraki yüzyılda ise Yunan bilim ve felsefesinin son ışığı olan Akademi'yi kapattılar (529). Bu dönemin bilim tarihi açısından en önemli gelişmeleri, üniversitelerin ve bilim ve felsefe ile yakından ilgilenen tarikatların kurulmuş olmasıdır. Üniversitelerin Kuruluşu Dokuzuncu ve on ikinci yüzyıllar arasında yüksek eğitim ve öğretim, katedral okullarında yapılıyor ve papazlar tarafından yürütülüyordu; Skolastik Düşünce bu okullarda üretilmiş; on ikinci yüzyıl sonlarında üniversiteler ortaya çıkıncaya kadar bu okullar Batı'daki en önemli kültür merkezleri konumunda olmuşlardır. Bilimsel konulara karşı entelektüel ilgi buralarda oluşmuş ve çeviri etkinliğine bağlı olarak gitgide gelişmiştir. Eski bilgeliğe karşı duyulan saygı büyük bir şekilde artmıştır; ancak, zamanla bu dinî eğitim ve öğretim kurumlari eski önemlerini yitirdiler ve bunların yerine başka bir kurum ortaya çıktı. 1000 yılında, İtalya'nın Bologna şehrinde, hukuk öğrenmek isteyen öğrenciler, kendilerine bir çeşit öğrenci loncası kurdular ve bu loncaya da Universitas adını verdiler; bir yüzyıl sonra, Bologna Üniversitesi'ne tıp ve felsefe fakülteleri de eklendi. Bu üniversiteyi, Oxford, Cambridge, ve Paris Üniversiteleri izledi. Her üniversite, ilâhiyât, kilise hukuku, tıp ve genel meslekler olmak üzere dört bölümden oluşmuş ve öğretim üyeleri yine din adamları olmuştur. Hemen tüm programlarda dersler iki ana guruba ayrılmıştır: birinci grup Trivium (Üçlü) olarak adlandırılır ve gramer, retorik ve diyalektikten oluşur; ikinci grup ise Quadrivium (Dörtlü) olarak isimlendirilir ve aritmetik, geometri, müzik ve astronomiden oluşur. Daha sonra, bu bölümlere, felsefe ve mantığın yüksek kısımları da ilave edilmiştir. Fransisken ve Dominiken Tarikatları Bu dönemde, üniversitelerin yanısıra, bilimin gelişimini büyük ölçüde etkilemiş olan iki manastır düzeninin, yani tarikatın da ortaya çıktığı gözlenmektedir. 1209'da Fransisken Tarikatı (Gri Kardeşler), 1215'de ise Dominiken Tarikatı (Siyah Kardeşler) kurulmuştur. Başlangıçta her iki tarikat da dinsel amaçlara sahiptir; ancak giderek birincisi bilime, ikincisi ise felsefeye yönelmiştir. Bilimin gelişmesinde özellikle Fransiskenlerin büyük bir rolü olmuştur. Bunlardan Robert Grosseteste ve John Peckham daha çok fizikle ilgilenmişler ve büyük Müslüman optikçisi İbnü'l-Heysem'i izleyerek optik üzerine çesitli yazılar yazmışlardır. On İkinci Yüzyıl Rönesans'ının Doğuşu ve Etkileri Sekizinci ve dokuzuncu yüzyıllarda Müslümanlar, Yunanlıların bilimsel bilgi birikimlerinin büyük bir bölümünü Arapça'ya aktarmışlar ve yapmış oldukları çalışmalarla bu birikime önemli katkılarda bulunmuşlardır. Hristiyanlar ise, uzun bir süreden beri içlerine kapanmışlar ve Dünyevî sorunların çözümünde gelişmemiş ansiklopedik bilgilerle yetinmeyi yeterli görmüşlerdir. Bu arada bazı çeviriler yapmışlar, ama bunlar nicelik ve nitelik itibâriyle bir Hristiyan Uyanışı'nı gerçekleştirebilecek düzeye ulaşmamıştır. Bilime ve doğaya yönelmeleri için uyarılmaları gerekmiş ve bu uyarılma süreci ise çeviriler yoluyla başlamıştır. On birinci ve on ikinci yüzyıl başlarında özellikle bilim ve felsefeye olan ilgi yoğunlaştıkça, geleneksel öğretinin yetersiz olduğu görüşü hâkim olmuş ve bilim adamları geçmişin mirasına ulaşmak için harekete geçmişlerdir. On ikinci yüzyıl boyunca Arapça'dan Latince'ye yoğun bir şekilde çeviriler yapmışlar ve on üçüncü yüzyılda İslâm biliminin ve felsefesinin önemli bir bölümünü Latince'ye kazandırmışlardır. On ikinci ve on üçüncü yüzyıllarda yapılmış olan bu çeviriler olmasaydı, Ortaçağ zihniyeti aşılamaz ve on yedinci yüzyıldaki Bilim Devrimi gerçekleştirilemezdi. Ancak, bu çeviriler sonucunda aktarılan bilimsel bilgi birikimi o denli büyük olmuştur ki ilkin özümsenmesi gerekmiş ve bu özümseme işlemi bütün on üçüncü ve on dördüncü yüzyıllar boyunca sürmüştür. Öyleyse, Müslümanlar yalnızca bilimsel düşünce geleneğini korumakla ve sürdürmekle kalmamışlar, bu düşüncenin Avrupa'da yeniden canlanmasında da etkin bir rol oynamışlardır. On ikinci yüzyıl aslında bir geçiş çağıdır ve bu çağda Akdeniz'i çevreleyen İslâm, Hristiyan ve Yahudi Dünyaları önceki yüzyıllara oranla çok daha sıkı bir bağ kurmuşlar ve birbirlerini karşılıklı olarak etkilemişlerdir; ancak bu dünyalar arasında en belirleyici ve en etkin olanı kuskusuz ki İslâm Dünyası'dır; diğerleri sürekli olarak onu sömürmeye ve ondaki bilgileri ve becerileri kendi bünyeleri içine alarak sindirmeye çalışmışlardır. Bu uğraş o kadar canlıdır ki bu nedenle bilim tarihçileri bir 12. Yüzyıl Rönesans'ından söz ederler. Öyleyse, bu dönemde büyük bir yoğunluk kazanan Batı Ortaçağ Dünyası'ndaki düşünsel uğraşının en temel özelliği bilime katkı değil, çeviriler yolu ile eski ve yeni kültürlerin aktarılmasıdır. Batı kültürünü oluşturan ilmî ve felsefî bilgiler, Batılıların yapmış oldukları araştırmaların bir sonucu değil, Arapça'dan yapılan çevirilerin bir sonucudur. Geç Ortaçağ Bu dönemin en önemli çalışmalarının hareket fiziği ile ilgili olduğu görülmektedir; Aristoteles'in hareket kuramı tartışılmış ve doğruluğu matematiksel yoldan kanıtlanmaya çalışılmıştır. Doğa Ve Bilgi Felsefesi Hristiyanlığın ortaya çıkışından sonra din-bilim çatışması gündeme gelmiş ve Yunan ve Roma Dönemlerindeki bilimsel çalışmalar kesintiye uğramıştır. Augustinus, Albertus Magnus, Thomas Aquinas gibi Hristiyan düşünürlerinin amacı Yunan bilgi birikimi ile Kitab-ı Mukaddes'teki bilgi birikimini uzlaştırmak ve kaynaştırmak olmuştur. Böylece doğal nesneler ve olgular açıklanırken doğaüstü güçleri kullanma eğilimi yeniden ortaya çıkmıştır. Albertus Magnus Albertus Magnus (1207-1280) Dominiken tarikatına girmiş ve Aristoteles'i ve Fârâbî, İbn Sînâ,İbn Rüşd ve İbn Tufeyl gibi Müslüman filozofların Aristoteles felsefesine ilişkin yorumlarını öğrenmiştir; daha sonra bu yorumlara dayanarak Hristiyan inançlarıyla bağdaşabilecek yeni yorumlar getirmiştir. Felsefe sorunlarını akılla çözmeye çalışırken Kutsal Kitap'la çatışmamaya ve dolayısıyla inançla çelişmemeye büyük bir özen göstermiş ve bu yaklaşımıyla öğrencisi Thomas Aquinas'i büyük ölçüde etkilemiştir. Albertus Magnus'un Platon'dan çok Aristoteles'in felsefesini seçmiş olması tesâdüfî değildir ve bu seçimi, özellikle İbn Rüşd gibi Müslüman filozofların etkisi ile açıklamak olanaklıdır. Albertus Magnus'a göre, biri akıl ve öbürü ise inanç için doğru olan ve birbirleriyle çelişen iki doğru yoktur; gerçekten doğru olan her şey, büyük bir uyum içinde birleşmiştir. Birçok bilimle ilgilendiği için Doctor Universalis (Evrensel Bilgin) lâkabıyla tanınan Albertus Magnus, kimya alanında da çalışmış, nitrik asidin madenler üzerindeki etkisi ve altının arıtılması gibi kimyevî konuları incelemiştir; ayrıca astronomi ve biyoloji ile de ilgilenmiştir. Albertus Magnus biyoloji alanındaki çalışmalarında kelime kelime Aristoteles'in Arapça çevirilerini izlemiş ve bunlar üzerinde yorumlar yapmıştır; kendisine özgü gözlemler ve saptamalar da bulunmaktadır. Hayvanlar Hakkında adlı eserinde kuş ve balıklarin kan damarlarının dağılımı konusunda Aristoteles'in verdiği bilgilerden ayrılmıştır. Yumurtadan itibaren embriyonun gelişmesini anlatırken, organların sırasıyla nasıl şekillendiğini, göbek kordonu denen yapının yerini gelişim süreci içinde hangi damarın aldığını açık ve seçik bir şekilde anlatmıştır. Bitkilerle de ilgilenmiş ve bu konuya ilişkin Bitkiler Hakkında adlı bir eserinde, ana çizgileriyle bitki betimlemeleri yapmıştır. Bir ara İtalya'ya giden Albertus Magnus orada portakal ağacını görmüş, bundan çok etkilenmiş ve özellikle portakal yapraklarını ayrıntılı bir biçimde tanıtmıştır. Thomas Aquinas Aziz Thomas Aquinas., (1225-1274). Katolik Kilisesi'nin resmî öğretisini kuran Aquinas, kutsal olan ve kutsal olmayan bilgilere akılcı bir temel aramış ve Summa Contra Gentiles (Kafirlere Karşı) adlı eserinde, Müslüman düşünürlerden İbn Rüşd gibi, bilginin iki kaynağı bulunduğundan söz etmiştir; bunlardan birisi inanç, diğeri ise akıldır.İnanç, Kutsal Kitap'tan, akıl ise düzenlenmiş ve yorumlanmış duyu verilerinden beslenir ve her ikisinden üretilen bilginin dayanağı Tanrı'dır. Tanrı kendi kendisi ile çelişmeyeceğine göre, bu iki bilginin birbirleriyle bağdaşır olması gerekir; yani Platon ve Aristoteles felsefelerini Hristiyan dini ile uzlaştırmak olanaklıdır; böylece Skolastik Düşünce'nin temelleri atılmış ve inanç ile akılın bağdaşabileceği düşüncesi bu dönemde kesin bir biçimde oluşturulmuş olmaktadır. Johannes Kepler 1571'de Almanya'da doğan Kepler, çağdaş astronominin kurucusudur. İlkin teoloji eğitimi almış, daha sonra astronomi ve matematiğe yoğun ilgi duymuş ve matematik profesörü olmuştur. 1599'da Brahe'nin daveti üzerine, Brahe'ye yıldız tablolarının hazırlanışında yardım etmek üzere Prag'a gelmiş ve 1601'de Brahe'nin ölümü üzerine saray astronomu olarak göreve başlamıştır. Brahe ölmeden önce, o güne kadar yapmış olduğu bütün gözlem kayıtlarını Kepler'e bırakmıştı. Kepler Brahe'nin gözlem kayıtlarını inceledi ve astronomik tablolardan bir anlam çıkarmaya çalıştı; bütün bu çalışmalarında Copernicus sistemini temele aldı. Kepler, bu konuda, bilinen her şeyi kapsayan ve bunlar arasında mutlak bir uyum sağlayan bir sistemin varolması gerektiğini düşünmüş ve Brahe'nin gözlemlerinden yararlanarak, bıkıp usanmadan, tekrar tekrar yaptığı hesaplar sonucunda, gezegenlerin dairesel yörüngeler üzerinde ve muntazam hızla dolandıkları temel prensibini terk etmiş ve ünlü üç kanununu ortaya koymuştur. Bu nedenle Kepler, modern gök mekaniğinin kurucusu olarak bilinir. Brahe'nin gözlem kayıtlarını inceleyen Kepler, kristal kürelerin varolmadığını savunmuştur. Kristal küreler olmadığı takdirde, gezegenlerin hareketlerini açıklayacak yeni bir gök fiziği kurmak gerekiyordu. İşte bu, Kepler'le başlayan ve Galilei ve Newton'la son bulan bir süreçle başarılmıştır. Tıp Bu dönemde, özellikle Geç Ortaçağ'da yazılan eserlerde Hristiyan dogmaların etkin olduğunu söylemek olanaklıdır. Hastalıkların tedavisinde dinsel ve sihirsel öğeler ağırlık kazanmış ve ilaçların yanı sıra dua da büyük ölçüde kullanılmıştır. ORTAÇAĞ İSLÂM DÜNYASI'NDA BİLİM Fetihler neticesinde Bizanslılarla ve Perslerle karşılaşan ve kendilerinden önceki medeniyetlerin yarattığı eserlerden yararlanmak gerektiğini anlayan Müslümanlar, özellikle Abbasîler döneminde yoğun bir çeviri faaliyetine girişerek, bilim ve felsefe alanlarında atağa kalkmışlar ve önce varolan birikimi anlamaya ve daha sonra da geliştirmeye çalışmışlardır. İslâm Dininin ortaya çıktığı sırada Arap Yarımadası'nda gelişmiş bir bilimsel faaliyetle karşılaşılmaktadır. Ancak komsu ülkelerde, Doğuda, Hindistan'da, Batıda İskenderiye'de, Bizans'ta ve Suriye'de bir hayli gelişmiş bir bilimsel faaliyet vardı. İslâm Dünyası ilkin Doğudaki bu kültürden etkilenmiş ve yararlanmıştır. İlk çevirilerden biri hayvan masallarını konu alan Kelile ve Dimne adlı eserdir. Yine erken tarihli çevirilerden biri, Hindistan'da yaşamış meşhur astronomlardan Brahmagupta'nın (6. yüzyıl) Siddhanta adlı eseridir. İslâm Dünyası'nda Hârezmî ve Bîrûnî gibi birçok bilim adamında Hint uygarlığının etkisini belirlemek olasıdır. Batı'dan gelen etki nispeten daha geç tarihli ise de, daha yoğun olmuştur. İskenderiye kurulduğu tarihten itibaren kültür merkezi olmuş ve bu konumunu İslâm Dünyası'nda da korumuştur. Ayrıca, dini görüş ayrılıkları nedeniyle Bizans'tan kaçıp, İran'a sığınmış ve orada kültür merkezleri (Jundisapur gibi) meydana getirmiş olan düşünür ve bilim adamlarının da bilim adına İslâm Dünyası'ndaki ilk bilimsel faaliyetlerin gelişmesinde önemli rolleri olmuştur. Onların Yunanca bilmeleri birçok klasik bilim ve düşün eserlerinin Arapça'ya kazandırılmasını sağlamıştır. Bunlar arasında Platon, Aristoteles, Eukleides, Archimedes, Ptolemaios ve Galenos gibi Yunan kültürünün belli başlı temsilcilerinin eserlerine rastlamak mümkündür. Ayrıca, bu bilim adamlarının bir kısmının erken tarihlerde kurulan gözlemevleri ve hastahanelerde görev aldıkları, bunlardan bazılarının Arapça yazılmış ilk eserleriyle de İslâm Dünyası'nda bilimsel faaliyetin şekillenmesinde etkin oldukları görülür. İslâm Dünyası'nda bilimsel faaliyetlerin gelişmesinde devrin devlet adamlarının ve bizzat halifelerin önemli rolü olmuştur. Bunlardan, örneğin Hârûn el-Reşid (775-809) ve Memûn (813-833), bazı vezirler ve zengin aileler bilimsel faaliyetleri maddi ve manevi olarak desteklemişlerdir. Medeniyet tarihlerinde görülen uyanış dönemleri yakından incelendiğinde görülecektir ki, bir ülkede veya bir toplumda bilimin geliştirilebilmesi için, değerinin kavranması ve düzenli bir bilim eğitiminin verilmesi yanında, diğer toplumlara ait bilimsel eserlerin de tercümeler yoluyla alıcı konumundaki toplumlara aktarılması gerekmiştir. Alıcı toplumlarda bilimlerin yeşermesi ve yerleşmesi olanağı, yapılan tercümelerin niteliği ve sayısı ile doğru orantılıdır. Doğa ve Bilgi Felsefesi İslâm felsefesi, Yunan felsefesinin bir uzantısıdır. Bu nedenle Müslüman filozoflar çoğunlukla Platon , Aristoteles ve Plotinos'un kurmuş olduğu felsefi dizgelerden etkilenmişler ve Kuran-ı Kerim'deki inanç önermeleriyle bu dizgelerde bulunan felsefi önermeleri uzlaştırmaya çalışmışlardır. Fârâbî , İbn Sînâ, İbn Rüşd ve Gazzalî bu dönemin en önemli düşünürleridir. Fârâbî Felsefenin Müslümanlar arasında tanınmasında ve benimsenmesinde büyük görevler yapmış olan Türk filozoflarının ve siyasetbilimcilerinden Fârâbî'nin (874-950), fizik konusunda dikkatleri çeken en önemli çalışması, Boşluk Üzerine adını verdiği makalesidir. Fârâbî'nin bu yapıtı incelendiğinde, diğer Aristotelesçiler gibi, boşluğu kabul etmediği anlaşılmaktadır. Fârâbî'ye göre, eğer bir taş, içi su dolu olan bir kaba, ağzı aşağıya gelecek biçimde batırılacak olursa, taşın içine hiç su girmediği görülür; çünkü hava bir cisimdir ve kabın tamamını doldurduğundan suyun içeri girmesini engellemektedir. Buna karşılık eğer, bir şişe ağzından bir miktar hava emildikten sonra suya batırılacak olursa, suyun şişenin içinde yükseldiği görülür. Öyleyse doğada boşluk yoktur. Ancak, Fârâbî'ye göre ikinci deneyde, suyun şişe içerisinde yukarıya doğru yükselmesini Aristoteles fiziği ile açiıklamak olanaklı değildir. Çünkü Aristoteles suyun hareketinin doğal yerine doğru, yani aşağıya doğru olması gerektiğini söylemiştir. Boşluk da olanaksız olduğuna göre, bu olgu nasıl açıklanacaktır? Bu durumda Aristoteles fiziğinin yetersizliğine dikkat çeken Fârâbî, hem boşluğun varlığını kabul etmeyen ve hem de bu olguyu açıklayabilen yeni bir varsayım oluşturmaya çalışmıştır. Bunun için iki ilke kabul eder: 1. Hava esnektir ve bulunduğu mekanın tamamını doldurur; yani bir kapta bulunan havanın yarısını tahliye edersek, geriye kalan hava yine kabın her tarafını dolduracaktır. Bunun için kapta hiç bir zaman boşluk oluşmaz. 2. Hava ve su arasında bir komşuluk ilişkisi vardır ve nerede hava biterse orada su başlar. Fârâbî, işte bu iki ilkenin ışığı altında, suyun şişenin içinde yükselmesinin, boşluğu doldurmak istemesi nedeniyle değil, kap içindeki havanın doğal hacmine dönmesi sırasında, hava ile su arasındaki komşuluk ilişkisi yüzünden, suyu da beraberinde götürmesi nedeniyle oluştuğunu bildirmektedir. Yapmış olduğu bu açıklama ile Fârâbî, Aristoteles fiziğini eleşirerek düzeltmeye çalışmıştır. Ancak açıklama yetersizdir; çünkü havanın neden doğal hacmine döndüğü konusunda suskun kalmıştır. Bununla birlikte, Fârâbî'nin bu açıklaması, sonradan Batı'da Roger Bacon tarafından doğadaki bütün nesneler birbirinin devamıdır ve doğa boşluktan sakınır biçimine dönüştürülerek genelleştirilecektir. İbn Haldûn İbn Haldûn (1332-1406) Hadramut'tan Endülüs'e göç edip daha sonra Tunus'a yerleşen asil bir aileye mensuptur. Maceralı bir hayat sürmüş, hem memleketinde hem de Endülüs'te bulunan küçük sultanlıklarda vezirlik de dahil olmak üzere çok önemli idarî görevlerde bulunmuştur. Bu sırada muhtelif toplulukları yakından gözleme olanağını elde etmiş ve Berberî tarihini konu edinen yedi ciltlik meşhur yapıtı Kitâbu'l-'İber'i 1380 tarihinde tamamlayarak ilk nüshasını Tunus sultanına sunmuştur. İbn Haldûn, Kitâbu'l-İber'in meşhur Mukaddime'sinde, yani girişinde, tarih disiplinini bilimleştirmeye çalışır. Bilindiği gibi, Aristoteles tarihî araştırmayı bilimin dışında bırakmış ve bilimlerin, insanların neden oldukları değişken olaylarla değil, değişken olmayan olaylarla ilgilenmesi gerektiğini söylemişti. İbn Haldûn öncelikle bu görüşe karşı çıkarak tarihin bilimleştirilebileceğini savunmuştur. İbn Haldûn'a göre, tarih Yunan tarihçileri ile bunlardan sonra gelen Müslüman tarihçilerinin düşündükleri gibi, bir takım dinî, siyasî ve askerî olayları, oluş anlarına göre arka arkaya sıralamaktan veya peygamberlerin ve hükümdarların hayatlarını anlatmaktan ibaret değildir. Bir tarihçinin, öncelikle tarihî olaylardaki benzerlikleri ve farklılıkları saptayarak, bunlar arasındaki zaman ve mekan dışı nedensel ilişkileri belirlemesi gerekir; tarih, ancak bu düzeye ulaştırıldığında bilimleşebilir. İbn Rüşd Endülüs'ün yetiştirmiş olduğu en büyük filozoflardan ve hekimlerden birisi olan İbn Rüşd (1126-1198), Aristoteles'in yapıtlarına yapmış olduğu yorumlarla Aristotelesçiliğin dirilmesini ve güçlenmesini sağlamıştır. Felsefecilerle kelamcılar arasında cereyan eden tartışmalarda, İbn Rüşd, felsefecilerin tarafını tutmuş ve Gazâlî'nin Tehâfütü'l-Felâsife (Filozofların Tutarsızlıkları) adlı yapıtındaki görüşleri eleştirerek akıl yoluyla ulaşılan bilgilere güvenilebileceğini savunmuştur. İbn Rüşd'e göre, akıl ile vahiy çatışmaz ve bu nedenle, İlahî Hakikat'ın bilgisine götüren yollardan birisi de akıldır. İbn Rüşd'ün bu yaklaşımı, felsefecilerle kelamcılar arasındaki çatışmayı giderecek nitelikte olmasına rağmen, İslâm Dünyası'ndan çok Hristiyan Dünyasında etkili olmuştur. İbn Rüşd idarî görevlerinin yanında saray hekimliği de yapmış ve 1162-1169 yılları arasında yazmış olduğu el-Külliyât fî't-Tıb adlı yapıtıyla tıbbın bütün konularını bir araya toplamıştır. İbn Sînâ Felsefe, matematik, astronomi, fizik, kimya, tıp ve müzik gibi bilgi ve becerinin muhtelif alanlarında seçkinleşmiş olan, İbn Sînâ (980-1037) matematik alanında matematiksel terimlerin tanımları ve astronomi alanında ise duyarlı gözlemlerin yapılması konularıyla ilgilenmiştir. Astroloji ve simyaya itibar etmemiş, Dönüşüm Kuramının doğru olup olmadığını yapmış olduğu deneylerle araştırmış ve doğru olmadığı sonucuna ulaşmıştır. İbn Sînâ'ya göre, her element sadece kendisine özgü niteliklere sahiptir ve dolayısıyla daha değersiz metallerden altın ve gümüş gibi daha değerli metallerin elde edilmesi mümkün değildir. İbn Sînâ, mekanikle de ilgilenmiş ve bazı yönlerden Aristoteles'in hareket anlayışını eleştirmiştir; bilindiği gibi, Aristoteles, cismi hareket ettiren kuvvet ile cisim arasındaki temas ortadan kalktığında, cismin hareketini sürdürmesini sağlayan etmenin ortam, yani hava olduğunu söylüyor ve havaya biri cisme direnme ve diğeri cismi taşıma olmak üzere birbiriyle bağdaşmayacak iki görev yüklüyordu. İbn Sînâ bu çelişik durumu görmüş, yapmış olduğu gözlemler sırasında hava ile rüzgârın güçlerini karşılaştırmış ve Aristoteles'in haklı olabilmesi için havanın şiddetinin rüzgârın şiddetinden daha fazla olması gerektiği sonucuna varmıştır; oysa meselâ bir ağacın yakınından geçen bir ok, ağaca değmediği sürece, ağaçta ve yapraklarında en ufak bir kıpırdanma yaratmazken, rüzgar ağaçları sallamakta ve hatta kökünden kopartabilmektedir; öyleyse havanın şiddeti cisimleri taşımaya yeterli değildir. İbn Sînâ, herşeyden önce bir hekimdir ve bu alandaki çalışmalarıyla tanınmıştır. Tıpla ilgili birçok eser kaleme almıştır; bunlar arasında özellikle kalp-damar sistemi ile ilgili olanlar dikkat çekmektedir, ancak, İbn Sînâ dendiğinde, onun adıyla özdeşleşmiş ve Batı ülkelerinde 16. yüzyılın ve Doğu ülkelerinde ise 19. yüzyılın başlarına kadar okunmuş ve kullanılmış olan el-Kânûn fî't-Tıb (Tıp Kanunu) adlı eseri akla gelir. Beş kitaptan oluşan bu ansiklopedik eserin Birinci Kitab'ı, anatomi ve koruyucu hekimlik, İkinci Kitab'ı basit ilaçlar, Üçüncü Kitab'i patoloji, Dördüncü Kitab'ı ilaçlarla ve cerrâhî yöntemlerle tedavi ve Beşinci Kitab'ı ise çeşitli ilaç terkipleriyle ilgili ayrıntılı bilgiler vermektedir. İbn Sînâ'nın söz konusu eseri incelendiğinde, konuları sistematik bir biçimde incelediği görülür. Tarihte ilk defa, tıp ve cerrâhîyi iki ayrı disiplin olarak değerlendiren İbn Sînâ, cerrâhî tedavinin sağlıklı olarak yürütülebilmesi için anatominin önemini özellikle vurgulamıştır. Hayatî tehlikenin çok yüksek olmasından ötürü pek gözde olmayan cerrahi tedavi ile ilgili örnekler vermiş ve ameliyatlarda kullanılmak üzere bazı aletler önermiştir. Gözle de ilgilenmiş olan İbn Sînâ, döneminin seçkin fizikçilerinden İbn Heysem gibi, Göz-ışın Kuramı'nı savunmuş ve üst göz kapağının dışa dönmesi, sürekli beyaz renge veya kara bakmaktan meydana gelen kar körlügü gibi daha önce söz konusu edilmemiş hastalıklar hakkında da ayrıntılı açıklamalarda bulunmuştur. Yusuf Has Hâcib 11. yüzyılın başlarında Balasagun'da doğmuş olan Yusuf Has Hâcib asil bir aileye mensuptur. Balasagun'da yazmaya başladığı Kutadgu Bilig (Mutluluk Bilgisi) adlı yapıtını 1069 yılında Kaşgar'da tamamlayarak Karahanlı hakanlarından Ebû Ali Hasan ibn Süleyman Arslan Hakan'a sunmuştur. Kutadgu Bilig, her iki Dünya'da da mutluluğa kavuşmak için gidilmesi gereken yolu göstermek maksadıyla yazılmıştır. Yusuf Has Hâcib'e göre, öteki Dünya'yı kazanmak için bu Dünya'dan el etek çekerek yalnızca ibadetle vakit geçirmek doğru değildir. Çünkü böyle bir insanın ne kendisine ne de toplumuna bir yararı vardır; oysa başkalarına yararlı olmayanlar ölülere benzer; bir insanın erdemi, ancak başka insanlar arasındayken belli olur. Asıl din yolu, kötüleri iyileştirmek, cefaya karşı vefa göstermek ve yanlışları bağışlamaktan geçer. İnsanlara hizmet etmek suretiyle faydalı olmak, bir kimseyi, hem bu Dünya'da hem de öteki Dünya'da mutlu kılacaktır. Yusuf Has Hâcib bu yapıtında bilimin değerini de tartışır. Ona göre, alimlerin ilmi, halkın yolunu aydınlatır; ilim, bir meşale gibidir; geceleri yanar ve insanlığa doğru yolu gösterir. Bu nedenle alimlere hürmet göstermek ve ilimlerinden yararlanmaya çalışmak gerekir. Eğer dikkat edilirse, bir alimin ilminin diğerinin ilminden farklı olduğu görülür. Mesela hekimler hastaları tedavi ederler; astronomlar ise yılların, ayların ve günlerin hesabını tutarlar. Bu ilimlerin hepsi de halk için faydalıdır. Alimler, koyun sürüsünün önündeki koç gibidirler; başa geçip sürüyü doğru yola sürerler. Matematik İslâm Dünyası'nda başta aritmetik olmak üzere, matematiğin geometri, cebir ve trigonometri gibi dallarına önemli katkılarda bulunan matematikçiler yetişmiştir. Ancak bu dönemde gerçekleşen gelişmelerden en önemlisi, geleneksel Ebced Rakamları'nın yerine Hintlilerden öğrenilen Hint Rakamları'nın kullanılmaya başlanmasıdır. Konumsal Hint rakamları, 8. yüzyılda İslâm Dünyası'na girmiş ve hesaplama işlemini kolaylaştırdığı için matematik alanında büyük bir atılımın gerçekleştirilmesine neden olmuştur. Astronomi Çeviriler yoluyla Yunanlılardan alınan bilimlerden birisi de astronomidir. İslâm Dünyası'nda astronomi, Aristoteles'in bilim anlayışının etkisi ile matematiğin bir dalı olarak benimsenmiş ve bu nedenle Güneş, Ay ve diğer beş gezegen ile yıldızlara ilişkin gözlem verileri hareketli geometrik düzeneklerle anlamlandırılmaya çalışılmıştır. İslâm Dünyası'nda astronomlar birbirleriyle bağlantılı olan iki tür etkinlik üzerinde yoğunlaşmışlardır: hem gözlem aletleriyle gökyüzünü gözlemlemişler ve hem de gözlem verilerini hareketli geometrik düzeneklerle anlamlandırmaya çalışmışlardır. Bunlardan ilki gözlemsel astronominin alanına girmektedir ve bu konuda İslâm astronomları, belki de gözleme daha yatkın olan bilim anlayışlarının bir sonucu olarak Yunanlılardan daha derin izler bırakmışlardır. İlk gözlemevleri onlar tarafından kurulmuş, gözlemlerin dakikliğini arttırmak için yeni gözlem araçları ve gözlem teknikleri geliştirilmiştir; hatta bu amaçla, açıların ölçümünde kirişler yerine yeni bulunan trigonometrik fonksiyonlar kullanılmaya başlanmıştır. Ancak kuramsal astronominin alanına giren ikinci etkinlikte aynı ölçüde başarılı olduklarını söylemek olanaksızdır. Müslüman astronomlar, Aristoteles'in yolundan giderek, Yer'in hareket etmeksizin evrenin merkezinde durduğuna ve Güneş de dahil olmak üzere diğer bütün gök cisimlerinin onun çevresinde dairesel yörüngeler üzerinde sabit hızlarla dolandığına inanmışlardır. Bu konuda, Ptolemaios tarafından önerilen eksantrik ve episikl düzenekleri önemli değişiklikler yapılmaksızın benimsemişlerdir. Astroloji ise, Hellenistik Dönemi bilginlerinde olduğu gibi, astronominin bir dalı olarak görülmüş ve bir iki istisna dışında hemen bütün astronomlar tarafından benimsenmiştir. İslâm Dünyası'nda Ptolemaius'un Tetrabiblos (Dört Kitap) adlı meşhur eseri ile yaygınlaşan astroloji, yıldızlar ve gezegenlerin, insanların mizacı ve geleceği üzerinde etkili olduğu ilkesine dayanmaktadır. Bu dönem astronomisinin geniş kitlelere nüfuz etmesinde kısmen yararlı olmuşsa da, bu dalın bilimsel hiçbir değeri yoktur. Fizik Yunan Dünyası'nda olduğu gibi, Ortaçağ İslâm Dünyası'nda da, bugünkü fizik bilimine karşılık gelen bağımsız bir disiplin yoktur ve fizik araştırmaları doğa felsefesinin sınırları içinde yürütülmüştür. Bu anlayış, aslında yakın dönemlere kadar gelmiştir. Mesela, fizik tarihinin en büyük bilginlerinden birisi olan Newton, temel yapıtını Doğa Felsefesinin Temel İlkeleri olarak adlandırmıştır ve dolayısıyla kendisini bir doğa filozofu olarak görmüştür. İslâm Dünyası'ndaki fizik çalışmaları, hareket ve boşluk gibi, Aristoteles'in belirlediği konular çerçevesinde kalmıştır ve onun görüşlerine dayanmıştır. Oluş ve bozuluşa uğrayan her şey, Aristoteles metafiziğinin temelini oluşturan dört nedensel ilke doğrultusunda anlamlandırılmaya çalışımıştır. Hareket, belirli bir cismin, belirli bir biçimde gerçekleşen deviniminden oluşmuştur ve bu devinimin hem bir yapıcısı ve hem de bir amacı bulunmaktadır. Kimya İslâm Dünyası'ndaki kimya çalışmaları, daha önce Hellenistik Çağ'da İskenderiye'de yapılmış olan simya çalışmalarından yoğun bir biçimde etkilenmiştir. Bu çalışmalar sırasında yavaş yavaş belirginleşmeye başlayan Yapısal Dönüşüm Kuramı'na göre, doğadaki bütün metaller, aslında bir kükürt-civa bileşimidir; ancak bunların iç ve dış niteliklerinde farklılıklar bulunduğu için, kükürt ve civa kullanmak suretiyle istenilen metali elde etmek mümkündür. Bilindiği gibi, simyagerler, tarih boyunca, bu kurama dayanarak, kurşun ve bakır gibi nisbeten daha az kıymetli metalleri, altın ve gümüş gibi metallere dönüştürmek istemişlerdir. İslâm Dünyası'ndaki kimya çalışmaları da genellikle bu doğrultuda sürdürülmüştür. Yine Müslüman simyagerlerin maksatlarından birisi de bu dönüşümü gerçekleştirecek el-İksir'i, yani mükemmel maddeyi bulmaktır. Mükemmele en yakın metal altın olduğu için, genellikle bu çalışmalarda altının kullanıldığı görülmektedir. İksir, aynı zamanda sonsuz yaşamın kapısını aralayacak bir anahtar olarak da düşünülmüştür. Simyagerler, Yeryüzü'ndeki metallerle Gökyüzü'ndeki gezegenler arasında da ilişki kurmuşlardır. Örneğin altın Güneş'le ve gümüş ise Ay'la eşleştirilmiş ve bu metalleri göstermek için Güneş ve Ay'a benzeyen simgeler kullanılmıştır. Bu simgeler, on sekizinci yüzyıla kadar pek fazla değişmeden gelmiştir; günümüzdeki simgeler ise on sekizinci yüzyıldan itibaren şekillenmeye başlamıştır. Ortaçağ İslâm Dünyası'nda, simyayı benimseyenlerle benimsemeyenler arasında süregelen tartışmaların, kimyanın gelişimi üzerinde çok olumlu etkiler yaptığı görülmektedir. Çünkü bu tartışmalar sırasında, taraflar, görüşlerinin doğruluğunu kanıtlamak için, çok sayıda deney yapmış ve bu yolla deneysel bilginin artmasında önemli bir rol oynamışlardır. Biyoloji Ortaçağ İslâm Dünyası'ndaki biyoloji araştırmalarını, bitkibilim ve hayvanbilim çerçevesinde değerlendirilecek olursa, bu alanların daha çok Aristoteles ve Dioscorides gibi Yunan bilginleri tarafından derlenmiş olan bilgi birikimine dayandırılmış olduğunu söylenebilir. Ancak, bu birikime Müslüman araştırmacıların yaşamış oldukları çevreden edinmiş oldukları bilgilerle kişisel gözlemleri de eklemek gerekir. Erken tarihli biyoloji yapıtları genellikle ansiklopedik bir nitelik taşır. Bunlarda, bitkilerle ve hayvanlarla ilgili yüzeysel gözlemlerin yanı sıra, hikayelere ve hadislere de yer verilmiştir. İncelenen bitkiler daha çok tıbbî bitkilerdir. Hayvanlara ilişkin açıklamaların ise, özellikle at, deve ve koyun gibi gündelik yaşantıyı doğrudan doğruya etkileyen canlılar üzerinde yoğunlaştığı görülmektedir. Bitkibilimle ilgilenenler genellikle doktorlardır; bunlar tedavi sırasında daha çok bitkilerden yapılan ilaçlar kullanılmaktadır. Coğrafya Ortaçağ İslâm Dünyası'nda, coğrafyacılar, Dünya'nın çapının veya çevresinin hesaplanması, haritaların düzgün bir şekilde çizilebilmesi için uygun izdüşüm yöntemlerinin geliştirilmesi, enlem ve boylam çizgilerinden oluşan bir konuşlandırma sisteminin kurularak Yeryüzü'ndeki önemli noktaların enlem ve boylamlarının belirlenmesi gibi matematiksel işlemlere dayanan matematiksel coğrafya ile bilinen Dünya'nın beşerî ve fizikî özelliklerini betimlemeyi hedefleyen tasvirî coğrafyanın gelişimi yolunda önemli girişimlerde bulunmuşlar ve özellikle tasvirî coğrafya alanına değerli katkılarda bulunmuşlardır. Tıp Yunan hekimleri tarafından yazılmış olan bilimsel yapıtlar Arapça'ya çevrilmeden önce, Ortaçağ İslâm Dünyası'ndaki tıp bilgisi, geleneksel anlayış ve uygulamalar ile Hz. Muhammed'in beden ve ruh sağlığının korunmasına ilişkin önerilerinden oluşuyordu. Peygamber Tıbbı olarak adlandırılan bu birikim, Müslümanlar arasında yaygın bir biçimde benimsenmis ve kullanılmıştır. Çevirilerden sonra, Müslüman hekimler arasında özellikle Galenos'un görüşlerinin yaygınlaştığı görülmektedir; ancak Müslüman hekimler Yunan birikimini yeterli bulmamışlar ve yaptıkları araştırmalar sırasında edinmiş oldukları kişisel gözlemleri ve deneyimleri bu birikimle kaynaştırarak tıp biliminin gelişimine önemli katkılarda bulunmuşlardır. Râzî, Ali ibn Abbâs, İbn Sînâ, Zehrâvî ve İbn Nefis gibi isimler, bu dönemin önde gelen hekimleri arasında bulunmaktadır. Ali ibn Abbâs 10. yüzyılda yaşayan Ali ibn Abbas Ortaçağ'ın önde gelen hekimlerinden biridir; Kitâbü's-Sınaat (Tıp Sanatı) adlı kitabı tıpla ilgili bütün konuları içermektedir ve İbn Sinâ'nın el-Kanun fî't-Tıb (Tıp Biliminin Kanunu) adlı yapıtı yazılıncaya kadar İslâm Dünyası'nda el kitabı olarak kullanılmıştır. Ali ibn Abbâs bu yapıtında baştan ayağa doğru, bütün beden hastalıklarını sırasıyla konu edinmiş ve bunların belirtileri ile teşhis ve tedavileri hakkında ayrıntılı bilgiler vermiştir. Yaralar, tümörler ve taşlar gibi cerrâhî müdahale gerektiren durumlarla karşılaşıldığında, cerrahlarin şu koşulları göz önünde bulundurmaları gerektiğini savunmuştur: 1. Cerrahın anatomi bilgisi yeterli olmalıdır. 2. Ameliyat öncesinde, aletler temizlenmelidir. 3. Ameliyat sonrasında, hastanın bakımına önem verilmelidir. Yapıtın başlarında bulunan anatomi bölümünde, damarlara ilişkin yapılan açıklamalar tıp tarihi açısından önem taşımaktadır. Damarlari iki ana grupta inceleyen Ali ibn Abbâs, bunlardan atar damarların çeperinin toplar damarlara oranla çok daha kalın olduğunu belirtmiştir. Tarih İslâm tarihçiliğinin başlangıç dönemlerinde, tarihî yapıtların, tefsir ve hadis gibi dinî ilimlerin gereksinimlerini karşılamak maksadıyla, Hazret-i Muhammed'in hayatı ve savaşları gibi iki konu üzerinde yoğunlaştıkları görülmektedir. Sonradan bu konulara, Kuran-ı Kerim'de geçen kavimlere ve peygamberlere ilişkin olaylarla Dört Halife, Emevîler ve Abbasîler döneminde yaşanan gelişmeler eklenerek, tarihî yapıtların kapsamı genişletilmiştir. Evrenin yaratılışından tarihçinin yaşadığı döneme kadar İslâm dinî ve siyasî tarihinin işlendiği tarihlerin özellikle Abbasîler döneminde belirdiği ve yaygınlaştığı söylenebilir. Mesela Arap tarihçiliğinin babası olarak görülen Taberî'nin Resuller ve Melikler Tarihi adlı yapıtı bu plana uygun olarak yazılmış ilk Arapça kitaptır. Bu yapıtın en önemli yanlarından birisi, bilimsel tarafsızlığı ilke edinmiş olması ve olayları görgü tanıklarının sözlerine ve güvenilir belgelere dayandırarak anlatmasıdır. Fetihlerle birlikte İslâm Dünyası giderek genişleyince ve Arapların diğer milletlerle siyasî, ticarî ve kültürel münasebetleri artınca, İslâm tarihinin genel tarih içerisine yerleştirilmesi gerektiği anlaşılmış ve tarih yapıtlarının kapsamları buna uygun düşecek biçimde biraz daha genişletilmiştir Ortaçağ İslâm Dünyası'nda çok değerli kent tarihleri de yazılmıştır; Bağdad ve Şam gibi önde gelen medeniyet merkezlerinin tarihleri anlatılırken, buralarda yetişen büyük şahsiyetlerin hayat öyküleri ve eserleri de tanıtılmış ve böylece biyografya ve bibliyografya bilimlerinin temelleri atılmıştır. |
|
syl@r
Süper Üye Kayıt Tarihi: 02-Mayıs-2007 Konum: Kirikkale Aktif Durum: Aktif Değil Gönderilenler: 148 |
Alıntı Cevapla Gönderim Zamanı: 30-Temmuz-2007 Saat 14:38 |
ON SEKİZİNCİ YÜZYILDA BİLİM
(Aydınlanma Dönemi) Aydınlanma, insanın kendi aklı ve deneyimleri ile geleneksel görüşler ve ön yargılardan kurtulmak ve akla dayanarak, dünyayı kavramak düzenlemeye çalışmaktır. Bu anlamda Aydınlanma Çağı insan aklının bağımsız olması gerektiği düşüncesine dayanır. Öyleyse benimsenmesi gereken tavır inanmak değil, bilmek olmalıdır. Bu genel belirlemeden anlaşıldığı üzere, burada sorgulanmak istenen insan varlığının anlamı ve bu Dünya'daki yeridir. Nitekim Aydınlanma'nın gelenekselleşmiş bir tanımını veren Kant'a göre Aydınlanma, insanın kendi kusurları sonucu düşmüş olduğu olumsuz durumdan, yine kendi aklını kullanmak suretiyle çıkma çabasıdır. Gerçekte insan içinde bulunduğu olumsuz duruma aklın kendisi yüzünden değil, ama onu gerektiği gibi kullanmayı bilmemesi yüzünden düşmüştür. Bu yönüyle Aydınlanma'nın, Ortaçağ düşüncesine ve yaşam anlayışına karşıt bir dünya görüşü olarak ortaya çıktığı görülmektedir. Aydınlanma'nın temel özelliklerinden birisi de, doğa ile akıl arasında bir uygunluk olduğunu ve akılsal yapıda olan bu doğayı aklın rahatlıkla kavrayabileceğidir. Doğa ve Bilgi Felsefesi Bu dönemde bilginin doğasına ilişkin tartışmalar yoğunlaşmış ve Tümevarım Yöntemi Hume tarafından sorgulanmıştır. Fransız ansiklopedistlerinden D'Alembert ve Diderot gibi araştırmacılar Rönesans'tan bu yana üretilen yeni bilimsel bilgi birikimini, Ansiklopedi adlı yapıtta bir araya getirmeye çalışmışlardır. Matematik Bu dönemde Euler ve Lagrange integral ve diferansiyel hesabına ilişkin on yedinci yüzyılda başlayan çalışmaları sürdürmüş ve bu çalışmaların gök mekaniğine uygulanması sonucunda fizik ve astronomi alanlarında büyük bir atılım gerçekleştirilmiştir. Mesela Lagrange, Üç Cisim Problemi'nin ilk özel çözümlerini vermiştir. Leonardo da Vinci Rönesans'ın habercilerinin başında gelen Leonardo da Vinci (1452-1519) sistematik bir eğitim görmemiş olmasına karşın, bilgi dağarcığını iyi geliştirmiş ve bilim ve teknolojiye önemli katkılarda bulunmuş ansiklopedik nitelikte bir bilim adamıdır. Leonardo, öncelikle bir ressam olarak ad yapmıştır; onun muhteşem yapıtları bazı kiliselerin duvarlarını; günümüzdeki önemli müzeleri süslemektedir. Ancak resim çalışmalarını sağlıklı bir şekilde yürütebilmek için bir seri anatomi ve perspektif çalışmaları yapmak ihtiyacını hissetmiştir. Bu çalışmalardan perspektifle ilgili olanını Leon Battista Alberti ve Pietro della Francesco gibi devrinin matematikçileriyle birlikte yürütmüştür. Bunlardan Francesco matematiğin yanı sıra resimle de ilgilenmiştir. Diğer yandan Leonardo, yapı bilgisine gereksinme duymuş ve başta insan yapısı olmak üzere bazı canlı yapıları kapsayan bir anatomi çalışması yürütmüştür. Bu çalışmalarında enjeksiyon tekniğini uygulayarak, yani dokular arasına kısa zamanda donan bir maddeyi zerkederek, yapıyı tespit edip, onu en ince ayrıntısına kadar, en doğru şekilde belirlemeye çalışmıştır. Bu gayretleri sonucunda, özellikle kalp, mide, muhtelif damarlar ve kasların yapısını günümüze uygun olarak belirlemeyi başarmıştır. Kalbin kapakçıkları ve hareketi üzerinde dikkatini yoğunlaştırarak, kalbin adeta bir tulumba şeklinde çalıştığını belirtmiştir. Leonardo anatomi çalışmalarını karşılaştırmalı olarak yürütmüş, insanın anatomik yapısı ile muhtelif hayvanların anatomik yapılarını karşılaştırmıştır. Bunlardan biri de atların bacak ve ayak kemikleri ile insanınki arasında yaptığı ilginç ve günümüzde de doğru olarak kabul edilen karşılaştırmasıdır. Teknoloji ile ilgili olarak bazı projeler geliştiren Leonardo, kuşların kanat ve kas yapısından hareketle, insanların da belli bir düzenek sayesinde uçabileceği anlayışını geliştirmiş ve bu yolda bazı araştırmalar yapmıştır. Aynı şekilde balıklar gibi, insanların da denizin altında yaşayabileceğini varsayan Leonardo'nun ilk denizaltı projelerini geliştirdiği görülmektedir. Leonardo bir ressam, bir bilim adamı ve bir mühendistir; ancak o günlerde yaygın olarak kabul gören hümanizm görüşünü de desteklemiş ve klasik Yunan düşünürlerinin ve yazarlarının yeniden incelenmesi ve benimsenmesi gerektiğini hararetle savunmuştur. Ona göre bilim adamları tipki Aristoteles ve Platon gibi, kendi düşüncelerini hiçbir etki altında kalmadan geliştirmeli ve savunmalıdır. On altıncı yüzyıl bilimlerde otoritelerin yıkıldığı bir dönemdir; astronomide Batlamyus sistemi yıkılırken, tıpta Galen otoritesi son bulmuştur. Astronomi Yakın dönem astronomi çalışmalarının genellikle üç alanda yoğunlaştığı görülmektedir: 1. Özellikle Herchell ve Halley'in yapmış oldukları gözlemler sonucunda Güneş sistemine ilişkin gözlemsel veriler artmıştır. 2. Astronominin kuramsal yönünü oluşturan ve elde edilen gözlemsel verileri değerlendirerek gökcisimlerinin hareketlerinin matematiksel açıklamasını veren dinamik astronomi gelişmiştir. Mesela Laplace, Güneş sistemindeki bütün gezegenlerin hareketlerinin matematiksel olarak gösterilebileceğini öne sürmüştür.Araştırmalar sonucunda elde edilen veriler doğrultusunda yıldızların yapısını inceleyen astrofizik ve evrenin yapısını inceleyen kozmoloji gibi yeni bilim alanları ortaya çıkmıştır. Özellikle astrofizikte Frounhofer ve Kirchoff'un, kozmolojide ise Kant ve Laplace'in yapmış olduğu araştırmalar çığır açıcı niteliktedir. Fizik Bu dönemdeki fizik arastırmalarının özellikle elektrik konusunda yoğunlaştığı ve Gilbert ve Otto von Guericke'in ardından, Du Fay, Franklin, Cavendish, Coulomb, Galvani, Ampere ve Volta'nın çalışmaları sonucunda elektriğin bağımsız bir fizik dalı olarak ortaya çıktığı görülmektedir. Ayrıca, ses, ışık, ısı ve enerjinin doğasını açıklamaya yönelik çalışmalar yoğunlaşmış ve bu fiziksel varlıklar arasındaki ilişkiler matematiksel olarak gösterilmiştir. Dalton, kimyasal tepkimeleri açıklamak için Atom Kuramı'nı, Young ise ışığa ilişkin çağdaş Dalga Kuramı'nı geliştirmiştir. Biyoloji Bu dönemde doğa bilimlerinden botanik ve zooloji alanlarındaki çalışmalar gelişmiş ve özellikle Darwin'in dedesi Erasmus Darwin ve Lamarck'ın yapmış olduğu araştırmalar sonucunda, yeni bitki ve hayvan türlerinin oluşumunu açıklamaya yönelik Evrim Kuramı'nın temelleri atılmıştır. Coğrafya Bu dönemde on beşinci yüzyılda başlayan coğrafî keşifler, Cook 'un özellikle Antarktika ve Dünya'nın diğer bölgelerine yapmış olduğu gezilerle tamamlanmıştır. Teknik Bu dönemde Sanayi Devrimi'nin temelleri atılmış ve bu sayede üretime makinalar hakim olmaya başlamıştır. Deniz ve kara araçlarının yanı sıra, hava araçları da geliştirilmiştir. Montgolfier Kardeşler'in bu alandaki çalışmaları sonucunda havacılığa ve uzay çalışmalarına giden yol açılmıştır. Kimyanın gelişmesine bağlı olarak madencilik ve metalurji sanayi de ilerlemiş ve üretim biçimi ve buna bağlı olarak ürün verimi köklü bir değişim geçirmiştir. Ayrıca tarımda da sanayileşme sürecine girilmiştir. YİRMİNCİ YÜZYILDA BİLİM On dokuzuncu yüzyıl boyunca hızla gelişen bilim, yirminci yüzyılda daha da çabuk ilerledi. Bilimsel keşifler sayıca arttığı gibi, daha önce hiç görülmemiş sayıdaki bilim adamı, daha etkin ve daha gelişmiş bir donanım kullanarak çok kez şaşırtıcı sonuçlara ulaştı; bunlar, birkaç nesil öncesinin hayal gücü en kuvvetli aydınlarını bile hayrete düşürecek nitelikteydi. Bu kadar çok bilimsel araştırma doğal olarak çok miktarda yeni ve ayrıntılı delilleri de beraberinde getirdi ve fiziksel evren hakkında bazı karmaşık ve özel kavramlar doğdu. Ancak, hala yirminci yüzyılda yaşadığımızdan bu yüzyılda gelişen bilimi tarihsel açıdan değerlendirmek için vakit henüz çok erkendir. Bilimin gelişmesi hala devam etmektedir ve yapılan araştırmaların büyük bir kısmı, geride durup onları tarihsel perspektif açısından görmemize izin vermeyecek kadar yenidir. Böyle olmakla birlikte, yirminci yüzyıl biliminin bazı konularını seçmek ve gelişim çizgisini vermek mümkündür. Yirminci yüzyıl bilimi, birçok yeni sahada araştırma yapmayı kolaylaştıran yirminci yüzyıl teknolojisindeki dikkat çekici gelişmeler tarafından da değişime uğratılmıştır her ne kadar burada, bu sürece dâhil olan bütün farklı teknolojileri ve bunların neticesi olarak ortaya çıkan yeni bilim dallarının hepsini ele almak mümkün değilse de, 1960’lı yıllardan beri her çeşit bilginin toplanmasında ve işlenmesinde devrim yapmış olan elektronik biliminden ve bilgisayar teknolojisinden bahsetmek gerekir. YİRMİNCİ YÜZYILDA BİYOLOJİ Darvinizmin doğurduğu sonuçlar Darwin’in evrim teorisi, biyolojiyi derinden etkilemiştir. Hayvanların ve bitkilerin gelişmesi konusuna duyulan ilgiyi o kadar arttırmıştır ki, on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında yapılan biyoloji araştırmalarının en büyük kısmı bu konu üzerinde olmuştur. Diğer taraftan teorinin bütünü, bilimsel yöntemin klasik bir örneğini, bilimde tüme varımın ideal modelini sunmuş gibi görünmekteydi. Zira Darwin, biyoloji ile ilgili çok büyük miktarda ayrıntılı bilgi toplamış ve bunları kendi kurduğu evrim teorisinde kullanmıştı. 1860’lardan 1880’lere kadar, gerek türler arası gerekse türiçi üyeler arasındaki evrimsel ilişkileri araştırmak gayesiyle morfolojide (canlı varlıkların şekillerini inceleyen bilim dalı) büyük gayretler sarf edilmişti. Morfologlar, iki ya da daha çok organizma gruplarına ortak atalar bulmaya, ortak şekillerin gerisinde temel bir birim keşfetmeye ve belli bir hayvanın gelişme tarihi gösterecek soy ağaçlarını çizecek çalışmıştı. Liderleri, darwinin savunucusu Ernst HÆKEL idi. Yirmici yüzyılda deneysel embriyolojinin gelişmesi için ortam hazırlandı ve bitki türleri melezleme konusunda deneyler başlatıldı. Bu deneyler özellikle Hugo de VRİES tarafından yapıldı. De Vries, 1890’larda Hilversum yakınında, şöhret olmasını sağlayacak bir bitki ile karşılaştı: bu bitki, akşam nergisiydi (oenthera lamarckiana). De vries bu bitkinin oldukça farklı iki ırkının aynı çayırda yan yana büyüdüğünü fark etti. Kendi kendilerini döllendiklerinde kendilerine benzer döl verdiklerini, fakat çapraz döllenmede, üç farklı tipin ortaya çıktığını gördü; her tip, yeni türler oluşturacak kadar farklı yaprak şekli ve başka özellikler göstermekteydi. Mutasyon teorisi, evolüsyona, yeni ve deneye daha fazla dayalı bir yaklaşım getirdi; benzer şekilde, deneyi esas alan yaklaşım da embriyolojiye yeni bir bakış getirdi. Morfologların yaklaşımı ve biyogenetik yasası karşısında gittikçe artan memnuniyetsizlik 1888’de Wilhelm ROUX ile doruğa ulaştı. 1850’de Almanya’nın doğusundaki jena şehrinde doğan Roux, 1888’de, kurbağa embriyoları üzerinde yaptığı deneylerin sonuçlarını yayınladı. Bu çalışmasında, yumurtadan embriyoya ve sonra kurbağaya geçiş mekanizmasını analiz etmekteydi. Roux, yeni bir gelişim teorisi(mozaik teorisi) teklif etti ve bu teoriye göre, yumurta içindeki hücre bölünmeleri sırasında, hücre içinde bulunan kalıtımsal tanecikler eşit olarak dağılmıyordu. Bu sebeple, her bölünmede ortaya çıkan iki yeni hücre, farklı kalıtımsal özelliklere sahip olacaktı. Yeni bölünmeler bu özellikleri daha da sınırlayacak ve sonunda meydana gelen hücrenin, belirli ve tek bir doku tipi ile ilgili sadece tek bir kalıtım özelliği bulunacaktı. Bu, deney ile doğrulanabilir bir teoriydi ve Roux da böyle yaptı. Mendelizim Yeni yüzyılın başında, ileride biyoloji bilimini etkileyecek bir başka faktör belirdi: bu da, Mendel’in çalışmalarının yeni keşfiydi. Gregor MENDEL (1822-1884), bugün Çek Cumhuriyeti’inde bulunan Brno’da1850 ile 1860 yılları arasında bitki türlerini melezleme konusunda bir dizi deney yapmış olan Bohemya’lı bir papazdı. Elde ettiği sonuçlar oldukça dikkat çekiciydi. Uzun boylu bir bezelye fidesinin başka uzuzn boylu bir bezelye fidesiyle çaprazlanması uzun boylu fide, kısa boylu fide ile kısa boylu fidenin çaprazlanması kısa boylu fide vermekte; fakat uzun ile kısa boylu fidenin çaprazlanması bir dizi beklenmedik sonuçlara götürmekteydi. İlk çaprazlamadan çıkan ürünlerinin hepsi uzun boyluydu, fakat bunlar aralarında çaprazlandığında ikinci kuşakta, uzun boyluların kısa boylulara oranı 3/1 gibi olmaktaydı. Kısa boylu soy diğer kısa boylu bitkilerle çaprazlandığında, kısa boylu bezelyeler elde edilmekteydi. Böylece “kısa boyluluk” karakteri her ne kadar ilk kuşakta “uzun boyluluk” karakteri tarafından maskelenmiş ise de, bir sonraki kuşakta değişmemiş olarak yeniden ortaya çıkmaktaydı. Bu neticeleri açıklamak için Mendel, her kuşağın, miras aldığı her karakter için, iki faktör içerdiğini teklif etti: Bunlardan biri anadan biri babadan gelmekteydi. Mendel neticelerni, ayrıntılı bir matematiksel analiz ile Brono Doğa Bilimleri Cemiyeti’nin dergisinde yayınladı ve bunlar arada, otuz beş yıldan fazla bir müddet unutulmuş olarak kaldılar. Mendel, muhakkak ki darwin’e makalesinden bir nüsha göndermişti, ancak Darwin onu muhtemelen hiç okumamıştı. Mendel’in makalesi, 1900’da hem de Vries hem de bitki hibdridlemesiyle ilgilenen iki başka biyolog tarafından birbirinden habersiz olarak yeniden keşfedildiyse de, yine başarı kazanamadı Morgan, Columbia Üniversitesi’ndeki araştırmalarının neticesinde Mendelizmi eleştirmeyi birakıp savunmayı başladı. !908 yılında, de Vries’in bitkilerde gözlediği bir cins mutasyonun hayvanlarda meydana gelip gelmediğini öğrenmek için bir sirke sineği türünü üretti. Sirke sineği seçmesinin sebebi, her on veya on dört günde yeni bir soyun üremekte olmasıydı; böylece, genetik değişmeleri kısa zaman süresi içerisinde incelemek mümkün olmaktaydı. Morgan, Drosophila ile yaptığı deneylerde, türler seviyesinde şaşırtıcı mutasyonlarla karşılaşmadı. Morgan bu sebepten Mendelizmi benimsedi ve gözlerle ilgili faktörün cinsiyeti belirleyen faktörle bağlantılı olduğunu varsaydı. Kalıtımın cinsiyetle bağlantılı olduğu varsayımı, kalıtımı açıklamak için Mendelizm ile Kromozom Teorisi arasında bağ kurulmasına zemin hazırladı. Morgan’ın iyi bir araştırma gurubu vardı Alfred STURTEVANT , çiftleştirme neticelerinin matematiksel analizinde ve kromozomlar üzerindeki genetik faktörlerin yerlerinin işaretlenmesinde uzmandı. Grup, birlik içinde çalışmaktaydı. Tek bir genin izole edilmesiyle 1960’larda doruğa ulaşan sonraki araştırmalar, Columbia gurubunun ileri görüşlülüğü yanında, genlerin fiziksel birer gerçek olduğunu da ıspatladı GENEL FİZYOLOJİ Hayatla ilgili bütün olayların temel kimya ve fizik yasalarına indirgene bileceğine olan inanç, yirminci yüzyılın başında daha da kuvvetlendi. Prusya’da 1859 yılında doğan ve bir Amerikalı ile evlendikten sonra 1891’de ABD’ye giden Jacques LOEB, bu mekanikçi ekolün ledrlerinden biriydi. Bu ekol, 1880’lerde Roux tarafında ortaya atılan ve Entwicklungsmechanik (gelişme mekaniği) olarak bilinen alman hareketinden doğmuştu. Loeb, “mekanikçi hayat kavramı hakkındaki görüşlerini 1911 yılında uluslararası bir kongre açıkladı ve fikirleri 1920’li yıllar boyunca yaygın kabul gördü. Rus Ivan PAVLOV ile İngiliz Charles SHERRINGTON, bu konuda bazı önemli çalışmalar yaptılar. Sechenov, Helmholz ve Bernard ile çalışmış bütün davranışların sinirlere verilen ve sinirlerden çıkan uyarılar arasındaki dengeden kaynaklandığı inancına varmıştı. BİYOKİMYA Birinci Dünya savaşı bir felaket oldu. Onu takip eden olaylar on dokuzuncu yüzyılın sonundan itibaren ve yirminci yüzyılın ilk yıllarında, politikada ve ekonomide yavaş yavaş ortaya çıkan değişimlere daha bariz olarak dikkat çekti. Bu değişimlerden biri, eski sosyal düzenin yıkılarak daha eşitlikçi görüşün doğması, yani o güne kadar birbirinden ayrı olan değişik toplum tabakalarının yavaş yavaş kaynaşmasıydı bu süreç bilim çevrelerinde zaten işlemekteydi ve biyolojide, daha önce birbirinden ayrı olan bilim dallarının gittikçe daha çok birbirlerine yaklaşmasıyla kendine gösterdi. Biyokimya, esas itibariyle, solunum veya proteinlerin metobolizması gibi yaşamsal süreçlerdeki kimyasal reaksiyonları inceleyen bir bilim dalıdır. Cambridge Üniversitesi’nin 1914’de ilk biyokimya profesörü olarak bu üniversiteye atanan HOPKİNS, hayvan metobolizmasında bir çok önemli madde keşfettiği gibi, amino-asitler olarak bilinen bazı temel protein parçalarının vücut tarafından üretilemediğini ve bunların dışarıdan besinlerle alınması gerektiğini buldu. Bu “yardımcı maddeler”, bugün bizim “vitamin” dediğimiz maddelerdi. Çok önemli sonuçlar vermiş olan bir başka biyokimya araştırması ise, yağ ve karbonhidrat moleküllerinin organizmaya enerji vermek için canlı hücreler tarafından nasıl parçalandığı ve bu parçalanmanın atık ürünlere -karbondioksit, su, vs. – ile ilgiliydi. Biyokimya araştırmalarının bu iki yönü, kolaylıkla iki döneme ayrılabilir. Birincisi, enzimlerin yapısının ve solunum olayında oynadıkları rolün incelendiği dönem; ikincisi ise proteinlerin yapısının açığa çıkarıldığı ve şeker gibi enerji veren moleküllerin parçalanma mekanizmasının ortaya koyduğu dönemdir. Yirminci yüzyılın başında, proteinlerin asitler veya belirli enzimler tarafından parçalanması neticesinde bazı aminoasitlerin kimyasal olarak oluştuğu artık bilinmekteydi; ancak aminoasitler ile proteinler arasındaki ilişki açık değildi. O zamanlar, proteinlerin yapısı hakkında iki teori vardı. Alman kimyager Wilhelm OSTWALD tarafından kuvvetle desteklenmekte olan birinci teoriye göre, proteinler, moleküllerden oluşan küçük grupların meydana getirdiği geniş topluluklardı ve belirli bir kimyasal bileşimleri yoktu. KEKULE’nin öğrencisi olan bir diğer alman kimyager Emil FİSCHER ise, proteinlerin de diğer maddeler gibi moleküllerden ibaret olduğunu ve belirli sayıda spesifik atomlardan meydana geldiğini ileri sürmekteydi. Kimya araştırmalarına yeni standartlar getiren Fischer’in çalışmaları, aminoasitlerin protein moleküllerinin yapı taşlarını teşkil ettiklerini ortaya koydu. Bunun üzerine Fischer, proteinlerin büyük moleküller olduğuna karar vermekle birlikte molekül ağırlıklarını 5000 ile sınırladı: hidrojenin atom ağırlığı 1,008; karbonunki 12,01; ve oksijeninki 16,00 alındığında, daha da büyük moleküller elde ediliyordu. Bu gelişmelerin neticesinde, 1940’lı yılların ortalarında, Cambridge’de bir grup İngiliz biyokimyacı Frederick SANGER’in liderliğinde insulin proteinindeki aminoasitlerin düzenini inceledi ve bu incelemeler, proteinlerin aslında peptit bağları ile bağlanmış aminoasit moleküllerinin uzun zincirler olduğunu kesin olarak göstermiş. Tabiî ki bu çok önemli bir neticeydi ve 1930’lu yılların ortasında Linus SAOLİNG ve meslektaşı Robert COREY tarafından Kalifornia Teknoloji Enstitüsünde yapılan araştırma ile uygunluk içindeydi. Bu bilim adamları, uzun zincirli protein moleküllerinin birbiri üzerine helis (helix) şeklinde sarılmış olduğunu keşfetmişlerdi. Proteinlerin yapısı incelenirken, farklı bir konuda yürütülen biyokimya araştırmaları da ürünlerini vermeye başlamıştı; bu, solunum yani protein moleküllerinin parçalanmasıyla ile ilgiliydi. Otto WARBURG’un Berlin’deki laboratuarında yürüttüğü çalışmalar, denizkestanesi, maya ve diğer hücrelerdeki solunum olayının demir içeren bir enzim tarafından gerçekleştirildiğini ima etmiş ancak bunun kimyasal olarak kesin ispatı 1920’li yılların sonuna doğru yapılmıştı. Demir içeren bu özel enzimin çok küçük miktarlarda bulunması, ispatı güçleştirmekteydi. -İngiliz biyokimyacı David KEİLİN’ inin 1925’de böcek kasları arasındaki maddelerin incelemek için kullandığı ve spektrofotometri adı verilen teknik – bu demirli enzimin solunum ile ilişkili olduğunu nihayet 1930’da belirledi. MOLEKÜLER BİYOLOJİ İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra biliminde araştırmaya geri dönebilen ilk batı ülkeleri savaştan galip çıkan İngiltere, Fransa ve ABD oldu ve bunlar pahalı araştırma projelerini destekleyebilen yegane ülkelerdi. Ayrıca bu ülkeler ulusal bilim adamları topluluğunun 1930 yıllarında Nazi zulmünden kaçan göçmenlerle zenginleştiği ülkelerdi. S.S.C.B kazanan ülkeler arasında yer almış ve bilimsel araştırma sahasında büyük bir birikim elde etmiş olmasına rağmen. Savaşın sebep olduğu yıkım bu ülkede yeniden yapılanma gerektirmiş ve bu da saf bilim ile ilgili araştırmalara ister istemez sekte vurmuştu. Daha sonraları taktir görecek bir diğer erken keşif de Archibald GARROD’ın keşfiydi. Garrod 1909yılında Mendel’in genlerini metobolizmadaki bazı süreçleri engellediğini açıkladı bu keşif çok önemli bir keşifti. Maddi yapısı henüz tam olarak belirlenmemiş olmakla birlikte kalıtım hakkındaki genel tablo artık şekillenmeye başlamıştı 1038 yılında, atom fizikçisi olmakla birlikte daha sonra biyolojiye yönelmiş olan Max DELBRÜCK, bu konuda yeni bir adım attı. Biyoloji araştırmalarını yeni bir araştırma ”hayvanı” olarak bakterilere saldıran bir virüs olan “bakteriyofaj”ı teklif ettiğinde Kaliforniya teknoloji enstitüsünde çalışıyordu. Döl arası zaman bakterilerinkine yakın olduğu için kültürü kolaylıkla yapılan bir virüs, yalnızca iki tip molekülden meydana geldiği için araştırmacılara daha sonra büyük kolaylık sağladı. Kalıtımın maddesi üzerindeki ilk araştırmalar, ilgili proteinler üzerinde yoğunlaştı. Ancak daha sonra bakterilerin selim tiplerinin, ölü fakat virulent tiplerle birlikte bir canlı varlığa enjekte edilmesiyle bazı selim tiplerin de virulent hale geldiği anlaşılması üzerine araştırmalar yön değiştirdi. Bakterilerdeki bu değişikliğin sebebi, virulent bakteride değişikliğe sebep olan bir etkenin bulunmasıydı ve bu etken de özel nükleik asit olan DNA idi. DNA’nın bu yeni yapısı, diğer moleküllerin inşasını yönlendirmede DNA’nın nasıl etkili olabileceğini tahmin etmeyi sağladı.DNA’daki çift sarmaldan her biri RNA gibi diğer nükleik asitlerin sentezi için bir çerçeve olabilecekti. 1953 ile 1963 arasındaki araştırmalar bu soruyu cevapladı ve böylece genlerin protein sentezini nasıl kumanda ettiklerine dair tam bir biyokimyasal açıklama elde edildi. ATOM FİZİĞİ VE KUANTUM TEORİSİ Seyreltilmiş gazların içinden elektriğin geçirilmesi, elementlerin dolayısıyla atomların yapısını daha iyi anlamak sürecinde yeni bir evrenin başlangıcı oldu. Bu teknik gazların alev almasını ve böylece spektroskop ile incelenmesini sağlamak için geliştirilmişti. Ancak fizikçiler ve kimyagerler, deney yaptıkça, meydana gelen deşarjın tüpteki havanın boşalma derecesine bağlı olduğunu fark ettiler. Özellikle, tüpün cam yüzeyi üzerinde meydana gelen ve tüpün ucundaki metal iğnelerin yani elektrotların birinden yayılan bir şeyden kaynaklanıyor gibi görünen bir ışıldama ilgilerini çekti. Söz konusu olan elektrot, negatif elektrot veya “katot” idi. Alman fizikçi Philipp LENARD, 1894 yılında, katot ışınlarının metal varak içinden geçebildiğini ve Crookes’un farzettiği gibi gaz molekülü olmadığını göstermişti. Diğer taraftan Thomson, ışınların hızını ölçerek bunların ışıktan 1600 kere daha yavaş olduğunu hesapladı ve bu ışınların parçacıklardan meydana geldiğini görüşünü benimsedi. Bir dizi deney sonunda, 1896 yılında, “basit atom ve moleküllerin boyutları ile kıyaslandığında bu parçacıkların daha küçük” olmaları gerektiğini söyledi. Thomson’un tasarladığı deneyler, bu miktarları ayrı ayrı değil, iki miktarın oranını verebilmekteydi. Ancak, bütün gazlar için aynı neticeleri elde etmekteydi ve bu da, bir atomdan daha küçük bir şeyle karşı karşıya olduğunu neredeyse kesinleştirmekteydi. Bununla berber, 1898’de elektrik yükünü ölçmeyi başardı. Daha sonra yapılan çalışmalarla daha iyi sonuçlara ulaşıldı. Chicago Üniversitesi’nden Robert Milikan 1909 yılında çok kesin neticeler elde etti. 1896 yılında, Thomson’un katot ışınları üzerinde çalıştığı dönemde, Fransız fizikçi Henri Becquerel, ağır elementlerden olan uranyumun da, “Röntgen’in X Işınları” gibi gazları iletken yapan ışınlar yayımlamakta olduğunu keşfetti. O zaman, uranyumun bu şekilde davranan tek element olup olmadığı, benzer şekilde davranan başka elementlerin de bulunup bulunmadığı sorusu ortaya çıktı. Fransız fizikçi Pierre Cruie ile evli olan Polonyalı kimyager Marie Cruie , 1898 yılında, bir uranyum cevheri olan peşblendde radyasyon keşfettiler. Uzun ve dikkatli bir analizden sonra Curie’ler, çok aktif iki elementten meydana gelen etken madeyi cevherden ayırdılar; bu elementlerden birine, Marie’nin anavatanın şerefine “Polonyum” ve diğerine ise “Radyum” ismini verdiler. Bu elementlerin ayrı ayrı elde edilmesi için bir dizi geliştirilmiş kimyasal reaksiyonun gerçekleştirilmesi gerekliydi ve bu reaksiyonlar, elementlerin radyoaktifliğini (“radioactive” Cruie’lerin koyduğu bir terimdi) azaltmadığından, bunun atomların kendine ait bazı özelliklerden kaynaklanmış olması gerektiği açıkça anlaşıldı. 1898 yılında Kanada Üniversite’ne fizik profesörü olarak tayin edilen Rutherford, yaptığı çalışmalarla çok geçmeden, iki farklı ışının – bunları alfa ve beta ışınları olarak adlandırdı- yayıldığını keşfetti. Meslektaşı İngiliz fizikçi Frederick Soddy ile birlikte yaptığı araştırmalar sonucunda, bu iki bilim adamı, bunların aslında ışın olmayıp parçacık olduklarını fark etti; 1903 yılında, radyoaktif maddelerin atomlarının kendiliğimden bölündüğünü keşfetti. 1907 yılında Rutherford İngiltere’ye, Manchester Üniversitesi’ne geri döndü ve burada, bugün “Geiger” sayacının mucidi olarak tanınan genç Alman fizikçi Hans Geiger’in yardımıyla, hangi radyoaktif elementten gelirse gelsin, alfa parçacıklarının Helyum gazı atomları ile aynı tayfı verdiklerini ve aynı kütleye sahip olduklarını keşfetti. Mesele nihayet 1910’da William Bragg tarafından açığa kavuşturuldu. Bragg o sıralarda Leeds Üniversitesi’nde çalışmaktaydı ve ışınların seyreltik gazların atomlarına çarptığında bu atomların yüksek hıza sahip elektronlar yayımladığını ve bunların da diğer atomların elektronlarını kovduğunu buldu. Bohr’un atom modeli, 19. yüzyılın sonunda ve 20. yüzyılın başında yapılan diğer araştırmalar tarafından doğrulandı. Bu model Hidrojen elementinin tayf çizgilerinin, niçin 1885 yılında İsviçreli fizikçi ve öğretmen Johann Balmer tarafından keşfedilen matematik diziye uyan belirli dalga boylarından oluşan bir dizi halinde göründüğünü açıladı, Alman fizikçilerinden Max Planck ve Albert Einstein’ın bazı çalışmaları ile de uygunluk içindeydi. Berlin’de fizik profesörü olan Planck, 1900’de, radyasyonun sürekli bir akım şeklinde değil fakat bağımsız enerji paketleri yahut “kuantum”lar şeklinde ortaya çıktığını ve böylece radyasyonun dalga boyu ne kadar kısa ise, kuantum sayısının yani toplam enerji miktarının o kadar büyük olacağını ileri sürmüştü. Kuantum teorisi veya enerjinin bağımsız enerji paketleri ile yayıldığını kabul eden teori, birkaç matematiksel fizikçi tarafından ayrıntılı olarak geliştirildi. Bunlar arasında; Louis de Broglie, Erwin Schrödinger, Paul Dirac, Werner Heisenberg vardı. Teorinin en önemli neticelerinden birisi, 1927 yılında Heisenberg’in tarafından teklif edilmiş olan belirsizlik ilkesini açıkça ortaya koymuş olmasıydı. 1901’de Almanya’da Würzburg’da doğan Heisenberg bir müddet Bohr’un yanında Kopenhag’da çalıştı. Heisenberg, enrjinin bağımsız kuantumlar ile hareket ettiğinin farzedilmesi halinde, zaman ve enerji gibi birbirlerine sürekli olarak etki eden bazı değişken çiftlerin tam kesinlikle belirlenemeyeceğini ispatladı. Değişkenlerden biri ne kadar çok kesin olarak belirlenirse, diğerinin alacağı değerler dizisi o kadar büyük olacaktı. Bu ilke, enerjinin kuantumlaştırılmasının bir sonucu olarak ortaya çıkmış ise de, fizikçilerin hepsi, çok küçük de olsa bu belirsizliği kabullenmeye hazır değildi. Einstein kuantum teorisini reddetti: ona göre, “Tanrı zar atmazdı”. Heisenberg’in ilkesi, çok sayıda felsefi tartışmaya da sebep oldu. Bohr’un atom teorisi ilk defa 1869 yılında Rus kimyager Dimitri Mendeleyef (Bazen Mendeleef olarak da okunur) tarafından tasarlanan kimyasal elementlerin Periyodik Cetvel’ine de teorik bir temel hazırlamış oldu. Bu cetvelde kimyasal elementler atom ağırlığına göre düzenlenmişti ve düşey sütunlarda benzer kimyasal özelliklere sahip atomlar bulunmaktaydı. Bohr atom modeli, birçok atomun niçin bu şekilde düzenlenmiş olması gerektiğini açıklamaktaydı: Kimyasal özellikler, yörüngelerde hareket eden elektron sayısına, bu sayı da çekirdeğin elektrik yüküne bağlıydı. Elektrik yükü de bizatihi çekirdeğin kütlesine dolayısıyla atom ağırlığına bağlıydı. Nötrinoların, mezonların ve hatta “tuhaflık” (çok yüksek hıza sahip atomaltı parçacıkları çarpışmasında gözlenen garip neticeleri açıklamak için tasarlanan ayırt edici nitelik) taşıyanlar gibi daha esrarlı parçacıkların keşfiyle, atom ve bileşenleri ile ilgili teori 1950’li yılların ortalarından itibaren yeni ve karmaşık bir sahaya girdi. Yeni nükleer parçacıklar çoğaldı. Bunun kaçınılmaz neticesi olarak nükleer fizikçiler daha temel birimler aradılar. Gerçekten de, üç yeni parçacık ( ve onlara eşlik eden karşıt parçacıklar) teklif edildi. Bu parçacıklara, James Joyce’un “Finnegan’s Wake” adlı eserinde ki bir bölümden ilham alarak “kuark” adı verildi. Atom ve kuantum teorilerinden doğan bir başka bilimsel gelişme, katı hal fiziğinin gelişmesiydi. Katıların davranışını, özelliklerini ve yapısını inceleyen bu yeni araştırma alanı, gerek manyetizma gerek malzemelerin elektrik iletkenliği konusunda yeni araştırmalara özelliklede yarı iletkenlerin keşfine ötürdü. Bu sonucu keşfin pratikte olduğu kadar teoride de çok derin etkileri oldu. Böylece, Jhon Barden, Walter Britain ve William Shockley, 1948 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nde transistörü icat ettiler. Katı hal fiziği son zamanlarda, yapay zeka konusunda ki güncel gelişmelere zemin hazırlayan mikrobilgisayarların kalbindeki mikrominyatür devrelerin – her zaman her yerde görülen “çip”lerin (yongaları) icadına götürdü. Bilimsel araştırmada olduğu kadar uygulamalı teknoloji ve tıp sahasında büyük pratik fayda sağlayan bir diğer netice ise “lazer” ve onun mikrodalga karşılığı olan “mazer”dir. Işık ve çok kısa dalga boyuna sahip radyo dalgaları, atom fiziğinden türetilen teknikler ile meydana getirilmiştir. Bu mikrodalgalar alışılmamış derecede yoğundur; çünkü, yayımlanan radyasyonun bütünü birbiriyle faz halinde olan ve böylece çok yüksek enerjiye sahip olan ince ışınlardan oluşur. Mikrodalgaların uygulamaları arasında, çok yüksek hassasiyete sahip ölçü aletlerinin yapılması ve geliştirilmesi bulunmaktadır. Böylece, fizik, yirminci yüzyıl boyunca, hem güçlü silahların yapımında hem de gündelik hayattaki yeni araç ve gereçlerde kullanılmıştır. YİRMİNCİ YÜZYILDA ASTRONOMİ Astronomi, yirminci yüzyıl boyunca büyük ilerlemeler kaydetti; her ne kadar uzay araçları son zamanlarda güneş sistemi araştırmalarına yeni bir bakış açısı getirdiyse de, özellikle yıldızlar astronomisinde çok önemli adımla atıldı. Bu arada kozmolojinin, yani evrenin kendisinin, başlangıcının ve muhtemel sonunun, gerçek anlamda bilimsel bir yaklaşımla incelenmesi nihayet mümkün oldu. Bu ilerlemelerin bazıları yeni alet ve teknikler sayesinde gerçekleşti. Yüzyılın ilk yarısında yıldızlar astronomisindeki ilerlemeler büyük ölçüde Danimarkalı astronom Ejnar HERTZSPRUNG, Amerikalı Henry Norris RUSSEL ve İngiliz Arthur EDDİNGTON’un çalışmaları ile bağlantılı idi. Bu astronomların araştırmaları HUGGİNS’in teorisine ve özellikle Cizvit Angelo SECCHİ ve Amerikalı Edwart PİCKERİNG’in spektroskopi çalışmalarına dayanmaktaydı. İki mesele vardı. Birincisi tayf çizgilerinin gerçekten de yer üzerindeki kimyasal elementleri temsil ettiğini doğrulamak; diğeri ve daha da önemlisi, renk ve parlaklık bakımından farklılık gösteren yıldızların büyük çeşitliliğine anlam verecek şekilde yıldızların tayf çizgilerini sınıflandırmaktı. Hertzsprung’un hedefi, yıldızların uzaklıklarını ölçmekti ve Henry DRAPER’in sınıflandırmasının kendisine yardımcı olabileceğini düşündü. Zira bu sınıflandırma –her ne kadar bazı istisnalar var ise de- mavi yıldızların kırmızı yıldızlardan özleri itibariyle daha parlak olduğunu göstermişti. Hertzsprung, yıldızların öz parlaklıklarını onların tayf sınıflarına göre işaretleyerek, tayfları bilindiği takdirde diğer yıldızların gerçek parlaklıklarını gösterecek bir diyagram elde edilebileceğini düşündü. Öz parlaklığı bulunca bunun, yıldızların gök yüzündeki görünün parlaklığı ile kıyaslayabilecek ve böylece yıldızların uzaklıklarını hesaplayabilecekti: zira, yıldız ne kadar uzakta ise, öz parlaklığı o kadar azdı. Russel’in gayesi yıldızların iç yapısını kavramaktı ve o da, sıcaklığa dayalı bir sınıflandırma olan Draper sınıflandırmasının kendisine yardımcı olabileceğini düşündü. Tayf analizi, mavi yıldızların en sıcak, kırmızı yıldızların en soğuk olduğunu göstermişti. Evrenin on binlerce yıldız adasından veya bizimkine benzeyen galaksiden ve bunların da yıldızlardan, tozdan ve gazdan meydana geldiğine dair kesin delilin elde edilmesi Edwin HUBBLE sayesinde oldu. Hubble 1. dünya savaşı sırasında ABD ordusunda görev yaptıktan sonra 1919 yılında, Mount Wilson Rasathanesi’ndeki ekibe katılması için Hale’in yaptığı teklifi kabul etti. Burada galaksilerden meydana gelen bir evrenin varlığını ispat etmekle kalmayıp çok önemli bir keşif daha yaptı. Hubble, uzak galaksilerin Mount Wilson’daki güçlü donanım ile alınmış tayflarını analiz ederek, bütün tayfların istisnasız olarak kırmızıya kaymış olduğunu gösterdi. Büyük teleskoplarla yapılan gözlemler, evreni incelemenin tek yolu değildi. Bu gerçeğin aşılması ve gökteki kaynaklardan yayılan ışınını belirlemek için yeni vasıtaların geliştirilmesi, astronomideki en önemli gelişmeler oldu. Bu yeni yöndeki ilk başarıların kaynağında AB Devletlerinde radyo dalgaları üzerinde çalışan mühendis Karl JANSKY’nin 1932 -33 yılında tesadüfen yaptığı bir keşif vardı. Jansky, radyo parazitlerini analiz ederken, bazı parazit kaynaklarının Samanyolu yönünde yer aldığını fark etti. Hertz’in 1888’de radyo dalgalarını keşfetmesinden sonra güneşten gelen radyo dalgalarını tespit etmek için teşebbüsler yapılmış, fakat bunların hepsi teknik sebepler yüzünden başarısız olmuştu. Dolayısıyla Jansky’nin yer ötesinde (extra-terrestrial) gelen radyo yayınlarını belirlemesi ilk başarıydı. Modern radyoastronomi teknikleri ikinci dünya savaşından sonra geliştirildi ve bu gelişme özellikle Avustralya ve İngiltere’de oldu. Bunun sebebi de, bu iki ülkenin gözlem astronomisi sahasında çalışan araştırıcılarının kullanacağı büyük optik teleskoplara sahip olmamasıydı. Yine de radyoastronominin ciddi bir mesele ile karşı karşıya kaldığı kısa sürede anlaşıldı; bu da ayrıntıları belirlemek için yeteri kadar güçlü bir radyoteleskobun temin edilmesiydi. Optik teleskoplar, cisimleri kolayca birbirinden ayırt edebilmekte ve derecenin birkaç binde birinden büyük olmayan ayrıntıları seçebilmekteyken, büyük bir radyo teleskobun ayırma gücü en az elli kere ve ya daha düşük olacaktı. Bunun sebebi de, radyo dalgalarının ışık dalgalarından on bin kere daha uzun olmasıydı. Durumu bir derece düzeltebilmek düşüncesiyle, özel gayeler için birkaç tane büyük radyo teleskop inşa edildi. İngiltere’de Jodrell Bank’ta 1956’da inşa edilen Bernard Lovell’in 76 metre çapındaki yönlendirilebilir çanağı ve 1963’de Puerto RİCO yakınındaki Arecibo’da inşa edilen ve Cornell Üniversitesi tarafından işletilen 305 metrelik dev çanak bunlar arasındaydı. Radyoastronomi, uzayda daha önce gözlenemeyen gazların belirlenmesinden optik teleskop kullanan astronomların daha önce bilmediği “kuazar” ve “puslar” gibi cisimlerin keşfine kadar birçok önemli başarı elde etti. Kuassarlar, İngiltere, Avustralya ve AB Devletlerindeki radyoastronomların ve optik astronomların ortak çabaları neticesinde 1963 yılında keşfedildi. Yirminci yüzyıl astronomisinin en göz alıcı ilerlemeleri, muhtemelen günümüz uzay araştırmalarının başarılarıdır. İnsanlar Ay’a ve gezegenlere yolculuk etmeyi hep hayal etmişlerdi ve 2. Dünya savaşında kullanılan roket teknolojisinin Amerikalılar ve Ruslar tarafından barışçı gayelerle kullanılması bu rüyayı gerçek yaptı. Gözlem astronomisinin bu yeni dönemi, Ekim 1957’de Rusların Yer çevresinde yörüngeye oturtulan küçük bir cisim olan “sputnik”i fırlatmasıyla açıldı. Bunu üç ay içinde, Amerikalıların yapay uydusu izledi. Uzay teknolojisi hızla gelişti ve güneş sistemi hakkında, başka hiçbir yolla elde edilemeyecek olan çok miktarda ayrıntılı bilgi getirdi. 1959 yılında, tarihte ilk defa, Ay’ın, Yerden hiç bir zaman görünmeyen arka yüzü görüldü; 1969 yılında ise, insan Ay’a ayak bastı ayrıca Dünya’yı uzaydan görmek; bir gezegen olarak Yer’in özellikleri ve onun fiziksel çevresi hakkındaki bildiklerimize daha fazla bilgi eklemek bize uzak oldukları için incelenemeyen gezegenleri, daha önce hiç mümkün olmayan yollarla incelemek mümkün oldu. Yirminci yüzyıl astronomisi, evrenin, daha önceki yüzyıllarda tasarlanandan çok daha büyük, daha enerji dolu ve daha karmaşık olduğunu gösterdi. Ayrıca en eski zamanlardan beri insanların ilgisini çeken bir konuya, evrenin başlangıcı ve sonu konusuna, şimdiye kadar ulaşılamamış bir kesinlik getirdi. Bu kozmoloji konusunda, daha önceleri spekülasyonun ötesine geçilememişti. 1975’de, astronominin esasen güneş sistemi ile ilgilendiği yıllarda, alman filozofu Immanuel KANT, Güneş ve Gezegenlerin diske benzer nebulalardan yoğunlaşarak oluştuklarını ileri sürmüştü. Ancak bu fazla cazip bir fikir değildi. Bu fikir, Pierre LABLACE tarafından daha ayrıntılı olarak ele alındı. Bilimsel başarıların tarihinden öğrenilecek derslerden bir tanesi de, teorilerin sonsuza kadar yaşamadıklarıdır. Çok kere, her şey en iyi şekilde düzene girmiş gibi göründüğü zaman, yeni gözlemler ve yeni fikirler, onların yerine yeni kavramalar getirir. Ancak bu, bilim denen maceranın bir özelliğidir; fiziksel evren dediğimiz bilmecenin yavaş yavaş çözülmesi Alfred NOYES ‘in zarif olarak ifade ettiği ”Aydınlığa kavuşmak için verilen uzun mücadelenin”nin bir parçasıdır ki, insanoğlu, kurduğu ilk medeniyetlerin ilk günlerinden beri bu mücadelenin içindedir. |
|
syl@r
Süper Üye Kayıt Tarihi: 02-Mayıs-2007 Konum: Kirikkale Aktif Durum: Aktif Değil Gönderilenler: 148 |
Alıntı Cevapla Gönderim Zamanı: 30-Temmuz-2007 Saat 14:38 |
BİLİM TARİHİNDE İLKLER
MÖ 40.000 Suda yüzen kütük,ağaçları kolayca taşımak ve köyden köye yolculuk etmek için. Dallardan yapılmış kulübe,hayvan postlarıyla kaplanmış,kurulması kolay,av alanlarını izlemek için yer değiştirmeye elverişli. Sıcak çorba,deriden yapılmış tulumlar ateşe dayanmadığından,yemek pişiren kadın,kıpkırmızı olmuş taşları doğrudan doğruya çorbanın içine atardı. Takılar,kemikten ve çakıltaşından yapılmıştır. MÖ 30.000 Resim,mağaraların iç duvarlarında bulunan resimlerin renkleri,topraktan ve başka doğal boyalardan elde edilmektedir.Belki yazının kaynağını da burada görmek gerekir.Konuşma diline gelince,başlangıç dönemi bilinmiyor. MÖ 25.000 Özel aletler,taş balta,kemik bıçak,kemikten ya da balık kılçığından yapılmış dikiş iğnesi. MÖ 10.000 Köpek Zekası,koku alma yetisi,belleği,aynı zamanda arkadaşa olan gereksinimiyle köpek,on bin yıldır avda olduğu kadar kulübede de insanın sadık dostudur. MÖ 5.000 Domuz ve koyun yetiştirme,ardından öküzün evcilleştirilmesi.Bin yıl sonra sıra,Hindistan'da horoz ve tavuklara gelecektir. Dokuma,önce Mısır'da yün dokunur,iki bin yıl sonra ketenin,ardından Hindistan'dan gelen pamuğun dokumasına geçilir. MÖ 4.000 Çömlekçilik,Çin'de ve Akdeniz kıyılarında ortaya çıkmıştır. Yazı,Mezopotamya'da doğdu. MÖ 3.000 Tekerlek,Kalde'de(bugünkü Irak)İbrahim Peygamber'in doğduğu,Ur şehrinde ortaya çıkmıştır.Bütün zamanların en önde gelen buluşudur.Sadece ayakların,kanatların ya da yüzgeçlerin art arda hareketinin var olduğu doğa,tekerlek için örnek oluşturamamıştır. MÖ 3000 civarı Babilliler ilk toplama makinesi olan abaküsü icat etti. MÖ 1300 civarı Suriyeliler kendi alfabelerini geliştirdi. MÖ 700 Lidya'da (bugünkü Türkiye'de) malların alım satımı için ilk kez para kullanıldı. MÖ 287 Kaldıraç ve vida kullanarak pek çok değerli mekanik aygıt icat eden Arkhimedes doğdu. MÖ 10 civan Romalı mimar Vitruvius bir vinç tasarladı. 999 Milattan sonra Bir keşiş tarafından mekanik saat icat edildi 1000 civarı Çinliler havai fişek yapmak ve işaret göndermek için barut kullandı. 1045 civarı Çin'de Pi Cheng portatif matbaa harflerini icat etti. 1280 İlk gözlük İtalya'da yapıldı. 1450'ler Johannes Gutenberg'in baskı makineleri kitap üretiminde çığır açtı. Bunun sonucunda yeni icatlar hakkındaki bilgilerin yayılması hızlandı. 1452 Birçok makine icat eden sanatçı Leonardo da Vinci doğdu. 1569 Flaman haritacı Mercator, yeni bir harita yapma yöntemi geliştirdi. 1592 Galileo, cisimleri 30 kez büyüten bir teleskop yaptı. 1614 İskoçyalı matematikçi John Napier logaritma cetvelini icat etti. 1642 Blaise Pascal, babasının vergi hesaplarında kullanması için bir toplama makinesi icat etti. 1643 Evangelista Torricelli, hava basıncını ölçmek için şimdi cıvalı barometre denilen cihaz icat etti. 1656 Christian Huygens, Galileo'nun fikirlerine dayanan hassas bir sarkaçlı saat tasarladı. 1665 Robert Hooke'un Küçük Çizimler adlı kitabındaki çizimler, yeni mikroskopların gücünü gösteriyordu. 1668 Isaac Newton ilk aynalı teleskopu yaptı. 1698 Thomas Savery'nin yaptığı ilk buhar makinesi, su altında kalan madenlerdeki suyu dışarı pompalamada kullanıldı. 1733 İngiliz bir dokumacı tarafından icat edilen "uçan mekik" adındaki alet bir kişinin bir günde üretebileceği kumaş miktarını ikiye katladı. 1771 Richard Arkwright'ın suyla çalışan çıkrığı eskiye göre çok daha sağlam pamuk ipliği üretiyordu. 1778 Joseph Braham'ın yeni tuvalet sistemini icat etmesiyle ev içi sağlık koşullarında önemli bir gelişme kaydedildi. 1783 Marquis de Jouffroy d'Abbans ilk buharlı gemiyi yüzdürdü. 1783 Montgolfier Kardeşler bir sıcak hava balonunu başarıyla uçurdu. 1797 Bir Fransız, balondan paraşütle atlayarak paraşütün önemini gösterdi. 1801 İlk denizaltılardan olan Nautilus ilk yolculuğunu tamamladı. 1804 Richard Trevithick raylar üzerinde giden ilk buharlı lokomotifi yaptı. 1814 Friedrich König elle çalışan matbaadan çok daha hızlı olan buharlı matbaayı geliştirdi. 1815 Humphry Davy, madenlerde çalışmayı çok daha güvenli hale getiren bir madenci lambası icat etti. 1819 Augustus Siebe basınçlı bir dalgıç elbisesi tasarlayarak insanların daha derinlere dalabilmesini sağladı. 1821 Charles Babbage, karmaşık matematiksel tabloları otomatik olarak hesaplamak için tasarladığı "fark makinesi"nin üzerinde çalışmaya başladı. 1826 Fransız fizikçi Joseph Niepce tarihteki ilk fotoğrafı çekti. 1829 George Stephenson, en iyi buharlı lokomotif tasarlama ve yapma yarışmasını kazandı. Rocket adlı bir lokomotif üretti. 1830 İlk dikiş makinesi Fransız terzi Barthelemy Thimonnier tarafından tasarlandı. 1836 Samuel Colt, yaptığı hızlı ateş eden tabanca "altıpatlar"ın patentini aldı. 1837 Isambard Kingdom Brunel, ilk kıtalararası buharlı gemiyi yüzdürdü. 1837 İki İngiliz mucit William Cooke ve Charles Wheatstone ilk elektrikli telgraf makinesini yaptı. 1839 Louis Daguerre vesikalık fotoğraflarda çok tutulan daguerrotype fotoğraf tekniğini icat etti. 1843 Samuel Morse, telgraf mesajlarında kullanılmak üzere nokta ve çizgilerden oluşan ünlü mors alfabesini icat etti. 1846 Amerikalı bir dişçi bir çene ameliyatında acıyı hissettirmemek için eter kullandı. 1848 İlk yürüyen merdiven, New York'ta turist çekmek için kuruldu. 1849 Çengelli iğne icat edildi. 1857 New York'ta bir dükkan asansörü olan ilk bina oldu. 1860 Belçikalı Etienne Lenoir ilk içten yanmalı motoru yaptı. 1863 İlk metro (yeraltı demiryolu) hattı Londra'da işletmeye açıldı 1868 Bir gazetenin yazı işleri müdürü olan Christopher Sholes ilk kullanışlı daktiloyu yaptı. 1872 Fotoğrafçı Eadweard Muybridge ilk ardışık fotoğraflar dizisini çekti. 1876 Alexander Graham Bell ilk telefon konuşmasını yaptı. 1876 Amerikalı üretken mucit Thomas Edison icatlar fabrikasını kurdu. 1877 Edison fonografı icat etti. 1878 Joseph Swan elektrik ampulünü icat etti. 1879 Ernst von Siemens elektrik döşenmiş bir hat üzerinde giden ilk elektrikli treni sergiledi. 1881 Emile Berliner, yassı plaklar kullanan ilk gramofonu yaptı. 1884 Hiram Maxim ilk makineli tüfeği tanıttı. 1885 Fizikçi Heinrich Hertz elektromanyetik dalgaların varlığını gösterdi. 1885 Avusturyalı kimyacı Carl Auer, muma göre daha kullanışlı ve güvenli olan bir havagazı lambası icat etti. 1886 Linotip adlı makine, gazetelerin ve kitapların daha hızlı hazırlanmasını sağladı. 1888 George Eastman, Kodak no.l adlı fotoğraf makinesini üretti ve müşterilerinin filmlerini banyo etti. 1889 Edison'un yardımcısı Charles Batchelor sinema filmlerinin seslendirilmesi üzerine deneyler yaptı. 1890 Daimler motor şirketi, dört tekerlekli ve akaryakıtla çalışan otomobil üretimine başladı. 1890 Herman Hollerith'in icat ettiği elektrikli sayma makinesi sayesinde Amerika'da nüfus sayımı işlemi çok hızlı bir şekilde sonuçlandırıldı. 1895 Paris'te Lumiere Kardeşler 10 hareketli filmden oluşan bir gösteri yaptı. 1898 Valdemar Poulson, modern teybin öncüsü olan bir cihaz yaptı. 1901 King Camp Gillette, kullanıldıktan sonra atılan ilk güvenli traş bıçağının patentini aldı. 1902 İtalyan Guglielmo Marconi, Manş Denizi üzerinden radyo dalgalarıyla mesaj iletmeyi başardı. 1903 Amerikalı Wright Kardeşler ilk motorlu uçağın uçuşunu gerçekleştirdi. 1903 Henry Ford, yeni araba fabrikasıyla seri üretim tekniğini getirdi. 1903 Willem Einthoven, kalbin işleyişini kaydeden elektrokardiyografi cihazını icat etti. 1904 John Fleming'in geliştirdiği cam diyotlar radyo cihazlarının vazgeçilmez parçası oldu. 1908 Adını mucidinin adından alan Geiger sayacı radyasyonu saptamak ve ölçmek için kullanılmaya başlandı. 1909 General Electric şirketi elektrikli ekmek kızartma makinesini yaptı. 1923 İki İsveçli mucit ilk buzdolabını tasarladı. 1925 Londra'da trafik lambaları kullanılmaya başlandı. 1926 John Logie Baird ilk televizyon görüntüsünü başarıyla iletti. 1926 Robert Goddard ilk sıvı yakıtlı roketi fırlattı. 1928 Bir Amerikan icadı olan seloteyp günlük yaşama girdi. 1929 Philip Drinker, hastaların solunum yapmasına yardım etmek için "demir ciğer"i icat etti. 1933 İki Alman bilim adamı Max Kroll ve Ernst Ruska elektron mikroskobunu yaptı. 1933 Bir kedinin gözünün araba farlarını yansıtmasından esinlenen Percy Shaw, sürücülerin dikkatini yol çizgilerine çeken kedigözünü icat etti. 1935 Alman şirketi AEG, sesi kaydetmek için plastik manyetik teyp bandını geliştirdi. 1937 Dünyanın en büyük zeplini Hindenburg'un yanıp 35 yolcunun ölmesinden sonra zeplinle taşımacılıktan vazgeçildi. 1938 Macar mucit Lazlo Biro, biro da denilen bilye uçlu tükenmez kalemi icat etti. 1938 Amerikalı Chester Carlson ilk fotokopi makinesini icat etti. 1939 İgor Sikorsky adlı bir Rus mühendis tarafından ilk helikopter yapıldı. 1942 Wernher von Braun, AImanya'nın ilk uzun menzilli füzesi olan V-2'yi fırlattı. 1942 Enrico Fermi, ABD'nin Chicago kentinde, nükleer enerjinin denetim altına alınabildiği bir nükleer reaktör yaptı. 1945 Amerikalı mucit Percy Spencer, ilk mikrodalga fırını tasarlayarak patentini aldı. 1945 ABD, Japonya'nın Hiroşima ve Nagasaki şehirlerine atom bombası attı. 1946 John Mauchy ve John Eckert'in geliştirdiği, Amerika'nın ilk elektronik bilgisayarı ENIAC halka gösterildi. 1947 Edwin Land bir dakikadan az bir sürede siyah beyaz fotoğraf çıkaran polaroid makineyi icat etti. 1948 Amerikalı üç bilim adamı John Bardeen, Walter Brattain ve William Shockley transistör denilen bir cihaz icat ederek elektronik devrelerin çok daha küçülmesini sağladı. Daha sonra, bu icatlarıyla Nobel Ödülü aldılar. 1957 Sovyetler Birliği tarafından Dünya'nın çevresinde dönen insan yapımı ilk cisim Sputnik I fırlatıldı. 1959 Christopher Cockerell tarafından tasarlanan hoverkraft halka gösterildi. 1960 Theodore Maiman ilk lazeri yaptı. 1962 Telefon konuşmalarının yanında canlı televizyon görüntülerini de ileten Telstar adlı uydusu fırlatıldı. 1977 Dünya'nın tekrar kullanılabilen ilk uzay gemisi olan Uzay Mekiği, ABD tarafından fırlatıldı. 1982 Philips ve Sony şirketleri kompakt diski çıkardı. 1987 İlk sayısal ses bantları (DAT) üretildi. 1990 Yüksek netlikte televizyon (HDTV) yayını ilk kez yapıldı. Bilim Fıkraları _SIRA MÜHENDİSLERDE_ Adamin biri bir gün yolda giderken bir kurbağa görür ve kurbaga dile gelir - Ben aslında bir insanım, eğer beni bir kere öpersen çok güzel bir prenses haline gelirim Adam kurbağayı eline alır ve cebine koyar. Kurbağa tekrar dile gelir. - Eğer beni öpersen çok güzel bir prenses olacağım ve seninle 1 hafta kalmaya razıyım. Adam kurbağayı cebinden çıkarır, şöyle bir bakar ve gülümser ve yine cebine koyar. Kurbağa yalvarmaya başlar - Eğer beni öper ve güzel bir prenses haline çevirirsen seninle bir hafta kalırım ve istediğin her şeyi yaparım. Adam tekrar kurbağayı çıkarır, şöyle bir bakar ve gülümseyerek cebine koyar. Sonunda kurbağa dayanamaz - Senin neyin var? Sana çok güzel bir prenses olduğumu ve beni öpersen 1 hafta seninle kalıp istediğin her şeyi yapacağımı söyledim. Neden beni öpmüyorsun? Sonunda adam konuşur - Bak, ben bir mühendisim. Kızlarla uğraşacak vaktim yok, fakat konuşan bir kurbağa olman bana çok ilginç geliyor. _BEYİN NE İŞ YAPAR?_ Temizlikçi bir kadın dışardan ilkokul diploması almak için sınava girer. Tabiat bilgisi soruları ve cevapları şöyle: Soru : Mide ne iş yapar? Cevap : Sindirim yapar, yediklerimizi öğütür Soru : Akciğer ne iş yapar? Cevap : Solunum yapar. Bizi yaşatır. Soru : Kalp ne iş yapar? Cevap : Dolaşım yapar. Soru : Beyin ne iş yapar? Cevap : Bizim apartmanda kapıcılık yapar... _TELEFON _ Temel bilim adamı iken bir arkeoloji araştırmaları konferansına davet edilir. Amerikalılar anlatmaya başlar; -Biz ülkemizde yaptığımız kazılarda 25 metre aşağı indik ve telefon kabloları bulduk. Öyleyse bizim atalarımız asırlar önce telefon kullanmışlardır. Sıra Türkiye'ye gelir ve Temel başlar anlatmaya -Biz ülkemizde yaptığımız kazılarda 50 metre aşağı indik ama bir şey bulamadık. Öyleyse atalarımız telsiz telefon kullanmışlardır. _MATEMATİKÇİ_ Yeni evli bir çift balaylarında Ürgüp-Göreme bölgesinde geziye çıkmaya karar verirler. Yeraltı şehirlerini gezerlerken birden önlerine bir yol ayrımı çıkar ve duvarlarda artık çıkış yönünü gösteren okların olmadığını fark ederler. Genç adam telaş içinde bağırmaya başlar: 'Yardım edin kimse yok mu?' Bir süre adamın kendi sesinin yankısından başka bir ses duymazlar. 10-15 dakika sonra duydukları değişik bir ses şöyle demektedir: 'Merhabaaa! KAYBOLDUNUZ!' Morali daha da bozulan adam çaresizlik içinde tepinmeye başlar. Genç kadın ise gayet sakin omuz silker ve: 'Bu sesin sahibi mutlaka bir matematikçidir'der. Kadının sakinliği üzerine canı daha da sıkılan adam : 'Hadi canım sen de! Nereden çıkardın bunu?' diye sorar. Kadın: 'Üç nedenim var' der ve sayar: 'Bir, yanıtın gelmesi gereğinden uzun sürdü. Iki, yanıtı doğru; kaybolduk. Üç, bu yanıtın kimseye bir yararı yok!' _SARIŞIN-GARSON VE İNTEGRAL_ İki erkek matemetikçi bir bara gider. Birincisi ikincisine ortalama bir kişinin matematik hakkında çok az şey bildiğini söyler. İkincisi buna katılmaz ve bir çok insanın yeterli miktarda matematikle başa çıkabileceğini iddia eder. Birinci matematikçi tuvalete gider. Onun yokluğunda ikinci matematikçi garson kızı çağırır. Ona bir kaç dakika sonra arkadaşı döndügünde kendisini tekrar çağıracağını ve bir soru soracağını söyler. Bütün yapacağı 'iks küp bölü üç' diye yanıt vermektir. Kız tekrarlar:- 'eks küp... ne?' Matematikçi düzeltir `iks küp bölü üç' Kız:- 'Eks küp bölü üç?' -' Evet 'der matematikçi. Kız tamam deyip, kendi kendine mırıldanarak uzaklaşır, -'iks küp bölü üç, iks küp...' Birinci matematikçi döner ve ikincisi kendi görüşünün doğruluğunu kanıtlamak için iddiaya girmelerini teklif eder. Sarışın garson kıza bir integral soracağını söyler, birincisi gülerek kabul eder. İkinci adam garson kızı çağırır ve sorar - 'x karenin integrali nedir?' Garson kız yanıtlar -'x küp bölü üç', uzaklaşırken de ekler - 'artı bir sabit sayı'. _SAĞIR_ BİR BİLİM ADAMI ÇEKİRGELER ÜZERİNDE ARAŞTIRMA YAPIYORMUŞ ÇEKİRGENİN 1'İNCİ AYAĞINI KOPARMIŞ. ÇEKİRGEYE ZIPLA DEMİŞ. ÇEKİRGE ZIPLAMIŞ. RAPORUNDA ÇEKİRGENİN 1'İNCİ AYAĞINI KOPARDIM. ÇEKİRGEYE ZIPLA DEDİM ÇEKİRGE ZIPLADI DİYE YAZMIŞ. ÇEKİRGENİN 2 VE 3'ÜNCÜ AYAĞINI KOPARMIŞ. ÇEKİRGEYE ZIPLA DEMİŞ ÇEKİRGE YİNE ZIPLAMIŞ. RAPORUNDA ÇEKİRGENİN 2 VE 3'ÜNCÜ AYAĞINI KOPARDIM. ÇEKİRGE YİNE ZIPLADI.DİYE YAZMIŞ. BİLİM ADAMI ÇEKİRGENİN 4'ÜNCÜ AYAGINI KOPARMIŞ. ÇEKİRGEYE ZIPLA DEMİŞ ÇEKİRGE ZIPLAMAMIIIŞ. RAPORUNDA ÇEKİRGENİN 4'ÜNCÜ AYAĞINI KOPARDIM. ÇEKİRGEYE ZIPLA DEDİM. SONUÇ: ÇEKİRGE SAĞIR OLDU. _SOBA_ Bir gün bir jeoloji mühendisi, bir mimar ve birde fizikçi bir köyde IQ'sü çok yüksek olan ve kücük bir köyde yaşayan bir adamın yanına onu tanımak için gidiyorlar.Eve vardıklarında adamın karısı onları karşılıyor çay ıkram etdikten sonra kocasının bir işi olduğunu ve hemen gelecegini söylüyor. Bu üçlü adamı beklerken evdeki sobanın çok qarip bi şekilde eyimli ve yerden yaklaşık 40-45cm yüksekte olduğunu fark ediyorlar ve çeşitli yorumlar yapıyorlar. Fizıkçi: - Bence soba bu şekilde iken evdeki hava akımlarını dıkkate alırsak daha fazle ısıtır. Mimar: -Bu soba evin mimarisine göre yapılmıştır. Jeoloq: - Bu bölgenin jeotermal ve coğrafi konumundan dolayı böyledir. Bunlar bu konuyu tartışıken adam gelıyor.ve tartışmaya son noktayı koyuyor. -BORU YETMEDI. _ALMANYA'NIN TRENLERİ_ İkinci dünya savaşını takiben Amerikan işgali altına giren Almanya’nın Frankfurt kentinde, Amerikalı asker John ile Alman Hans dost olurlar. Bunların bu dostlukları John’un Amerika’ya döndüğü güne kadar devam eder. Yıllar sonra, Almanya kendini toparlar. Yıkık kentler imar edilip, her şey eskisinde olduğundan daha iyi duruma geldikten sonra, Hans Amerika’da bulunan arkadaşı John’u Almanya’ya davet eder: "Sevgili John. Harap halde bıraktığın kentimize bir kez daha gelip bakmanı istiyorum. Başardıklarımızı görünce şaşıracağından eminim" diye yazar mektubunda. John mektubu alınca, uçağa atlayarak Frankfurt’a gider, arkadaşını bulur. Oturur, ondan bundan sohbet ederler. Sonra Hans’ın rehberliğinde kenti gezmeye çıkarlar.Altından sayısız demiryolu hattının geçtiği bir demiryolu köprüsünden geçerken, Hans arkadaşı John’u durdurur ve anlatmaya başlar: "Bak John! Öyle bir sistem kurduk ki, artık her şey Almanya’da her şey saat gibi işliyor. Mesela aşağıda gördüğün şu sayısız demiryolu hattından her üç dakikada bir tren geçer. Bu hiç aksamadan sürekli devam eder. Mutlaka her üç dakikada bir geçer trenler." İlk geçen trenden sonra John saatine bakar. İlk tren dört dakika sonra, sonraki iki dakika sonra geçer. John gülümseyerek arkadaşına hitaben: "Hani, her üç dakikada bir tren geçer demiştin. Bunlar, bazen dört, bazen iki dakikada bir geçiyor Hans!" John’un bu sözleriyle utanan Hans, öfkeyle şu cevabı verir: "Ne olacak yani? Siz de Kızılderilileri öldürmüştünüz." _DOSTUN BÖYLESİ_ İki dost Afrika ormanlarında bir gezintiye çıkar. Birden ağaçların arasından bir aslan çıkaverir. İki dost korku içinde kaçmaya başlarlar, aslanda peşlerinden kovalamaya... İki dosttan biri kaçarken bir taraftan sırt çantasını çıkarırken, diğer taraftan soyunup, üzerindeki ağırlıkları atmaya başlar. Bunun gören dostu nefes nefese kendisine sorar: "Sen ne yapıyorsun. Onları çıkarınca aslandan daha mı hızlı koşacağını sanıyorsun?" Önde olan arkasını dönüp bağırır: "Senden daha hızlı koşşam yeter!" _"AZ SONRA" BİR YAŞAM TÜKENDİ_ 65 yıllık ortalama ömüre sahip biz insanoğlunun beş yaşımızda televizyon izlemeye başladığımızı farzedersek: Günde 1 saat televizyon izlendiğinde toplam 2,5 yıl, günde 2 saat televizyon izlendiğinde toplam 5 yıl, günde 3 saat televizyon izlendiğinde toplam 7,5 yıl, günde 4 saat televizyon izlendiğinde toplam 10 yıl ve günde 5 saat televizyon izlendiğinde toplam 12,5 yıl "az sonra" lara kurban edilecektir.... _AH ŞU MATEMATİKÇİLER: KAÇ SANDIK VAR?_ Ders esnasında matematik hocası aniden duraklayıp, önündeki masaya dikkatle baktı. Ardından sınıfa dönüp, sınıftaki öğrenci adedince kağıt getirdiğini, fakat ne şekilde sayarsa saysın hep öğrenci adedinden hep bir eksik sayıda kağıt çıktığını söyler. Kısa bir sessizlikten sonra gayet ilginç olan şu hikayeyi anlatır:"Bir zamanlar Polonya'da, büyük bir matematikçi olan Waclaw Sierpinski ile tanışmıştım. Kendisiyle tanıştığımda oldukça yaşlı ve unutkandı. Bir keresinde evlerini taşımaları gerekmişti. Hanımı, kocasının hafızasına pek güvenmediğinden, eşyaların sokağa yığılmasını takiben kocasına; "Ben şimdi taksi çağırmaya gideceğim, sen bu arada 10 sandığımızın başında bekle." Hanımı, matematikçiyi dalmış ve kendi kendine mırıldanır bir halde bırakmış. Eşi taksi ile birlikte döndüğünde, Bay Sierpinski büyük bir tedirginlikle kendisine, "Sen 10 sandığımız olduğunu söylemiştin, ama ben sadece 9 saydım." diye söylediğinde, eşi cevaben ON tane olduğunu tekrarlamış. Bizim yaşlı usta ise kendisine, "Hadi gel beraber sayalım: 0,1,2,..." diye cevap vermiş. _KURNAZ GAZETECİ_ Yolda bir trafik kazası olmuştu. Olayı gören herkes oraya yığılmıştı. Genç bir gazeteci fotoğraf çekmek için olayın yakınına gitmek istiyordu, fakat kalabalıktan bir türlü o tarafa doğru ulaşamıyordu. Aklına kurnazca bir fikir geldi ve bu fikrini uygulamaya başladı: "Lütfen çekilin geçeyim efendim. Yerde yatan babamdır, lütfen efendim izin verin babamın yanına gideyim." Bu şekilde kaza yapan otomobilin yanına yaklaştı ve yerde yatmakta olan bir eşekle karşılaştı. _İNGİLİZLER NE YER?_ Malta'dan yeni döndüğü sıralarda Ahmet Haşim'e rastlayan Süleyman Nazif, orada çektiği acı dolu günleri anlatırken, İngilizlerin çok eski devirlerden kalma bayat konserveleri kendilerine yedirdiklerini söyler. Ahmet Haşim, "İnsan etinden mi?" diye sorunca, Süleyman Nazif, "Yook", der. "İngilizler hiç insan etini başkalarına yedirir mi?" _KENDİMİZE BENZETTİK_ Bir sohbet sırasında, Arif Nihat Asya'ya: "-Eğilir, bükülür, katlanır, istenilen şekle kolayca sokulur bir cam yapmışlar duydunuz mu?" diye sorarlar. Arif Nihat Asya şu cevabı verir: "- Desenize, camı da kendimize benzettik!" _VARSAYIM TEORİSİ_ Bir fizikçi, bir kimyacı ve bir matematikçi yanlarında sadece bir kutu konserve ile çölün ortasında kalırlar. Bir kutu konserveleri vardır olmasına ama, bu konserveyi açacak bir aletleri yoktur. Fizikçi evirir, çevirir, ama fizik bilgisi ile kutuyu açamaz ve kimyacıya devreder. Kimyacı da düşünür, uğraşır, nihayetinde son çare olarak matematikçiye verir. Matematikçi uzun uzun konserve kutusuna bakar ve şöyle der: "varsayalım açık" _PROFESÖR ÇOKBİLGİÇİN DENEYİ_ Çılgın bir deney yapmayı planlayan profesör çokbilgiç, bir kimyager, bir fizikçi ve bir mühendis üç meslektaşını kaçırarak, her birini ayrı ayrı hücrelere hapseder. Hücrelerde kibrit, su ve konserve yiyecekler vardır olmasına ama, konserve açacağı yoktur. Bir ay sonra deneyinin sonucunu gözlemlemek için hücreleri ziyarete geldiğinde, kimyagerin hücresini boş ve bir duvarı yıkık bulur. Kimyager, çokbilgice fark ettirmeden soktuğu çakısı ile konserve kutularından alimünyum kırıntılarını kazıyıp, bunları kibritlerin uç kısımlarındaki kimyasal madde ile karıştırıp bir patlayıcı elde etmiş, ve hücre duvarını havaya uçurarak kaçmayı başarmıştır. İkinci hücrede bulunan fizikçi ise neşe içinde bamya yemektedir. Fizikçi, konservelerin belli bir açı ile duvara atıldıklarında açıldıklarını keşfetmiş, hem kendine bir eğlence bulmuş, hem de yeni bir fizik teorisi geliştirmiştir. Profesör, son hücreyi kontrol ettiğinde matematikçinin yerde uzanmış cansız bedeniyle karşı karşıya kalır. Bir anda karşısında bulunan duvara kazınmış şu yazı dikkatini çeker: TEOREM: Eğer konserveleri açamazsam öleceğim. İSPAT: Varsayalım ki ben öldüm. _UNUTKANLIK_ Bir bilim adaminin deney raporlarindan: 1. gun : Fare uzun sure labirentin icinde dolandi ama peyniri bulamadi. Icguduleri zayif. 3. gun : Negatif. Sadece labirenti degil, odanin hemen her yerini aradi; tum dolaplari, cekmeceleri, kavanozlari karistirdi. Hatta bir tablonun arkasina ve ceplerime bile bakti. Bu fare tam bir salak. 7. gun : En ufak bir ilerleme yok. Artik arama istegini bile kaybetti, telefonla kosedeki bufeden iki karisik tost, bir ayran istemis. Zekadan boylesine yoksun olusu deneylerimde yol almami onluyor. 18. gun : Zamanla becerilerini gelistirmesi lazimdi,ama sifir! Bursa'dan aradi, 'kaygilanmamami, peyniri bulacagini' soyledi. Ona gittikce peynirden uzaklastigini anlatmaya calistim, ama dinlemedi. Ciddi zeka problemi! 74. gun : Umutsuzluga kapiliyorum; fare, henuz bir zeka belirtisi gosteremedi. En son Tibet'ten aradi, hayatin anlami gibisinden birsey buldugunu soyledi. Ama peyniri bulamamis ve artik umrunda da degilmis. Aptal hayvan! Hayallerimden ve kariyerimden geriye kuflu peynirler kaldi. 93. GUN : LABIRENTIN ICINE KOYMAYI UNUTTUGUM ICIN FARENIN PEYNIRI BULAMADIGINI FARKETTIM. _TEMEL_ Bir gün bütün ülkelerin bilim adamlarının davet edildiği bir uzay konferansı için Türkiyeden de bir bilim adamının da yollanması için davetiye gönderilmiş. Düşünmüşler düşünmüşler kimi yollayalalım diye en sonunda Temeli göndermeye karar vermişler. Temel konferansa gitmiş . Konferans başlamış Rus bilimadamı hemen ilk uzaya biz gittik diye böbürlenmiş, Amerikalı bilim adamı aya ilk ayak basan biziz diye böbürlenmiş sırayla tüm ülkelerin bilim adamları konuşmuş, bir ara Amerikalı bilim adamı Temele dönmüş siz ne yaptınız ne çalışmalarınız var diye sormuş, salonda derin bir sessizlik olmuş ve bütün başlar Temele çevrilmiş Temel şöyle bir etrafına bakmış ayağa kalmış ve göğsünü kabartarak Biz Güneşe gidecağüz demiş. Birden bir uğultu ve kıpırdanmalar başlamış ve hemen Rus sormuş ama mümkün değil henüz güneşe erimeden ulaşacak bir uzaygemisi yapılmadı demiş. Temel yine göğsünü kabartarak biz onu da düşündük akşam serinluğunda gidecağuz demiş. _ARABA_ Bir hafta sonu, bir makine mühendisi, bir elektronik mühendisi ve bir bilgisayar mühendisi üç arkadaş arabayla, dağ evine pikniğe gitmek isterler. Giderlerken ıssız bir yerde arabaları bozulur. Hepsi de bunun nedeni hakkında kendi meslekii tecrübelerini de katarak yorum yapmaya başlarlar. Makine mühendisi: -Bunun mutlaka mekanik bir arızası vardıır. der. Elektronik mühendisi: - Yok yok bunun ateşlemesinde bir problem var, bujilerini temizleyelim. der. Bilgisayar mühendisi ise şöyle konuşur: -Çıkıp bidaha girelim belki düzelir.. |
|
cengiz.metin1
Moderatör cengizmetin@antipati.org Kayıt Tarihi: 10-Ocak-2007 Konum: Istanbul Aktif Durum: Aktif Değil Gönderilenler: 247 |
Alıntı Cevapla Gönderim Zamanı: 02-Ağustos-2007 Saat 23:14 |
Okumak İçin Bayağa Bi uzun Olmuş . Bir kısmını okuyabildim.
|
|
gelisenbeyin
Yönetici gelişime dair ne varsa.. Yahya KARAKURT Kayıt Tarihi: 01-Ocak-2006 Konum: Istanbul Aktif Durum: Aktif Değil Gönderilenler: 4737 |
Alıntı Cevapla Gönderim Zamanı: 03-Ağustos-2007 Saat 00:26 |
Katkılarından dolayı teşekkürler.. Bilimsel konuları okumak bilmek açısından önemlidir..
|
|
syl@r
Süper Üye Kayıt Tarihi: 02-Mayıs-2007 Konum: Kirikkale Aktif Durum: Aktif Değil Gönderilenler: 148 |
Alıntı Cevapla Gönderim Zamanı: 19-Ağustos-2007 Saat 17:53 |
Arkadaşlar sadece okumakla olmaz lütfen teşekkür butonunada basın
|
|
Üzgünüm ama OKS ayyryyor bizi.
|
|
ayşecan
Yeni Üye Kayıt Tarihi: 16-Eylül-2008 Aktif Durum: Aktif Değil Gönderilenler: 8 |
Alıntı Cevapla Gönderim Zamanı: 16-Eylül-2008 Saat 21:39 |
bunları yazana kadar canın çıkmıştır ellerine sağlık çok güzel olmuş
|
|
Yanıt Yaz | Sayfa <12 |
Forum Atla | Forum İzinleri Kapalı Foruma Yeni Konu Gönderme Kapalı Forumdaki Konulara Cevap Yazma Kapalı Forumda Cevapları Silme Kapalı Forumdaki Cevapları Düzenleme Kapalı Forumda Anket Açma Kapalı Forumda Anketlerde Oy Kullanma |