Bilimle İlgili 101 Sayfa |
Yanıt Yaz | Sayfa <12 |
Yazar | |
syl@r
Süper Üye Kayıt Tarihi: 02-Mayıs-2007 Konum: Kirikkale Aktif Durum: Aktif Değil Gönderilenler: 148 |
Alıntı Cevapla Gönderim Zamanı: 30-Temmuz-2007 Saat 14:27 |
Hintlerde Matematik
Hinduların matematiksel eserleri, Babil matematiğinin cebirsel geleneğini sürdürmekteydi. Aryabhatalar, aritmetik serilerin toplamını inceleyerek, doğrusal ve kuvadratik belirsiz denklemlerin çözümleri için çaba göstermişlerdir. Grekler tarafından kullanılan yay yerine, açıların sinüslerin kullanmayı ortaya atarak, trigonometri çalışmalarına başlamışlardır. Brahmagupt, astronomi problemlerinde, açık olarak genel cebirsel metotların uygulanmasını geliştirdi. Kendisi, birinci dereceden denklemlerin bir kökünü bulmak için genel metotlar verdiği gibi, iki kenarı birbirine paralel olan herhangi bir dört kenarlının alanı için genel bir formül bulmuştur. - Mahavira, sıfırı kullanarak, toplama, çıkarma, çarpma ve bölme işlemlerini anlatmıştır. O, herhangi bir sayının sıfırla bölümünün sonucunu sıfır olarak vermiştir. Sonucun sonsuz olacağına, daha sonra ilk kez Bhaskara işaret etmiştir. Hintlerde Tıp En eski Hindu tıp eseri, İ.Ö. 4 yy’dan kalan Bower elyazmasıdır. Bu el yazmazı, bir ilaç listesi ile bunların nasıl kullanılacağına ilişkin bilgileri içermektedir. Bunlar, daha sonra ki eserlerde, özellikle İ.Ö ikincisi, yüzyıla yerleştirilen Charaka adlı tıp eserlerinde ve ameliyatlar üzerine temel bir eser olan ve beşinci yüzyıldan kalan Susruta’da verilmişlerdir. Daha sonraki eserler de Grek kaynaklarına dayanmaktadır. Ör: Charaka, Aristotales’den alınma, tasımsal (syllogical) akıl yürütme kurallarını vermektedir. Charaka, insan vücudunda üç yaşamsal süreç ayırt etmektedir. 1- Göbek, altındaki bölgede havanın işlemleri, 2- Göbek ile kalp arasındaki bölgeyi kontrol eden safra 3- Kalp üzerindeki balgam etkisi Bu yaşamsal süreçler, kilüs, kan, et, yağ, kemik, ilik ve meniden oluşan, yedi ilkel maddeyi meydana getiriyordu. Sağlık bu yedi ilkel maddenin niceliksel uyuşumuna bağlı olup, bunun herhangi bir bozukluğa, hastalığa sebep olur. - Ameliyat kitabı olan Susrata, Charaka’ya göre üstündü. Orada, 121 farklı ameliyat aleti tarif edilmekte ve modern zamanlardan önce bilinen ameliyatların çoğu hakkında bilgi verilmektedir. Malarya ile sivrisinek arasındaki ilişki, şeker hastalarnın çıkardığı tatlı idrar, Susruta’ da bulunmaktadır. Hintlerde Maden Susrata kitabında altın, gümüş, bakır, kalay, kurşun ve demir gibi altı metal ve yumuşak alkaliden ayrılan yakıcı alkaliler zikredilmektedir. 7. yy dan gelen Vagbhata’da da daha önce bir zamanda civanın Hindistan’daki kaydını içermektedir. İddiaya göre, Hindu simyacıları, kuvvetli mineral asitlerini bilmektedir. Bu iddia 8.yy dan kalma bir kitaba dayanmaktadır. Metallerin bir sıvı tarafından öldürüldüğünden bahsedilmektedir. 12.yy a dayanan bir kaynakta Tantrada, bu sıvının yeşil sülfrik asitten hazırlanışı tarif edilmektedir. - İ.S. 780’ye ait bir Çin kaydında belirtildiğine göre: “ Hindistan’da Pan-ch’a-cho suyu denilen bir madde vardır. Bu dağlardaki minerallerden üretilir. O, bitkileri, odunları, metalleri ve demiri eritebilir. Gerçekten, o bir şahsın eline konsa, onu da yok eder” - Civa ve kükürt gibi ilkel maddelerin yanında, Hindularda toprak, su, hava, ateş, ve esir, veya kendi başına uzay, gibi beş eleman vardı. Sonuncusunun da Greklerden alınmış olduğu düşünülebilir. İslam Medeniyetleri'nde Bilim Fetihler neticesinde Bizanslılarla ve Perslerle karşılaşan kendilerinden önceki medeniyetlerin yarattığı eserlerden yararlanmak gerektiğini anlayan Müslümanlar,özelikle Abbasiler döneminde yoğun bir çeviri faaliyetine girişerek,bilim ve felsefe alanlarında atağa kalkışmışlar ve önce var olan birikimi anlamaya daha sonra da geliştirmeye çalışmışlardır. İslam dininin ortaya çıktığı sırada Arap Yarımadası’nda gelişkin bir bilimsel faaliyetle karşılaşmamaktadır. Ancak komşu ülkelerde,Doğu Hindistan’da ,batıda İskenderiye Bizans ve Suriye’de bir hayli gelişmiş bir bilimsel faaliyet vardı. İslam dünyası ilkin Hint kültüründen etkilenmiş ve yararlanmıştır.İlk çevirilerden biri hayvan masallarını konu alan “Kelile” ve “Dine” adlı eserlerdir. İslam dünyasında Harizmi ve Beyruni gibi bilim adamlarında Hint uygarlığının etkisini görmek olanaklıdır. Batıdan gelen etki nisbeten daha genç tarihli ise de daha yoğun olmuştur.İskenderiye kurulduğu tarihten itibaren kültür merkezi olmuş ve bu konumunu İslam dünyasında da korunmuştur.Ayrıca dini görüş ayrılıkları nedeniyle Bizans’tan kaçıp İran’a sığınmış ve orada kültür merkezleri meydana getirmiş olan düşünür ve bilim adamlarının da İslam dünyasındaki ilk kültürel faaliyetlerin gelişmesinde önemli rolleri olmuştur. Onların yunanca bilmeleri birçok klasik bilim ve düşünürün eserlerinin Arapçaya kazandırılması sağlamıştır.Bunlar arasında Platon,Aristoteles Eukleides,Archimedes,Batlamyus ve Galenos gibi Yunan kültürünün belli başlı temsilcilerinin eserlerine rastlamak mümkündür. Ayrıca bu bilim adamlarının bir kısmının erken tarihlerde kurulan gözlemevleri ve hastanelerde görev aldıkları,bunlardan bazılarının ise Arapça olarak yazdıkları eserlerde İslam dünyasında bilimsel faaliyetin sekilenmesinde etkin oldukları görülür. İslam dünyasında bilimsel faaliyetlerin gelişmesinde devri devlet adamlarının ve bizzat halifenin önemli rolü olmuştur. Bunlardan örneğin Harun Reşit(775-809) ve Memun (813-833) bazı vezirler ve zengin aileler bilimsel faaliyetleri maddi manevi olarak desteklemişlerdir. BİLİMSEL KURUMLAR İslam dünyasındaki bilimsel etkinliklerin gelişmesini sağlayan üç önemli kurumun bulunduğu bilinmektedir;bunlar Beytü’l-Hikme(Bilge Evi),gözlem evi ve hastanelerdir. Bilgelik Evi Beytü’l-Hikme veya Bilgelik Evi denilen araştırma ve eğitim kurumunun Abbasi halifelerinden el-Memun tarafından Cundişapur Akademisi örnek alınarak kurulduğu söylenmektedir.Cunişapur,Huzistan bölgesinde Sasani İmparatoru 1.Şapur’un isteği üzerine kurulmuş bir kentti. Roma imparatoru Valerianus döneminde tutsak edilen Suriye’deki sanatçılar ve bilginlerin yanında ,Sasani imparatoru 1.Husrev döneminde bizanstan kaçan Nesturi düşünürler tarafından kurulan tıp okulu yunan bilim ve felsefesinin korunmasında ve yayılmasında önemli bir rol oynamıştı. Cundişapur, Halife Ömer döneminde Müslümanlar tarafından ele geçirilmiş ve bundan sonra özellikle yunan tıbbının ,Yunancadan Arapçaya aktarılmasında etkili olmuştu.Mesela tercüme etkinliğinin önde gelen isimlerinden Huneyn ibn ishak ve yuhanna ibn Maseveyn bu okuldan yetişmişler ve daha sonra Bağdat’a giderek İslam tıbbının gelişmesinde önemli hizmetlede bulunmuşlardı. Bağdat’ta kurulmuş olan bilgelik evinin en önemli görevi dönemin ünlü astronomlarını, matematikçilerini ve hekimlerini bir araya getirmek bilimin çeşitli alanlarındaki belli başlı yapıtları muhtelif dillerden ve özellikle de Yunancadan Arapçaya çevirmekti. Zengin bir kütüphanesi bulunan bilgelik evinin müdürlüğünü dönemin önde gelen bilim adamları yapmıştı. Bilgelik evinde her hafta ilmi ve felsefi toplantılar düzenleyen Memun burada çalışan bilginlere her türlü desteği sağlamıştı.söylendiğine göre Humeyn ibn ishak’a çevirdiği kitapların ağılığınca altın ödemişti.Bu olay bir ülkede bilimin gelişebilmesi için yöneticiler tarafından desteklenmesi gerektiği görüşünü savunan tarihçiler tarafından sık sık hatırlatılmıştır. Gözlem Evleri İlk gözlem evleri ortaçağ İslam dünyasında ortaya çıkmıştır.Pek çok gözlem evi vardı bunların çoğunu hükümdarlar kurmuştu.Ayrıca özel ve seyyar gözlem evlerinde vardı.bu gözlem evlerinde düzenli ve devamlı surette günlük gözlemler yapılmıştı.Gözlem evlerinin sabit bir yeri,özenle ve dikkatle hazırlanmış aletleri,özel bir kütüphanesi, gözlemcileri,hesapçıları bu gözlem ve hesapları değerlendiren astronomları bulunuyordu.Araştırmacılara yardımcı olmak amacı ile idari elemenlarda görevlendirilmişti. Bu evlerin kurulmasındaki en önemli neden duyarlı gözlemlerin yapılması için aletlerin boyutlarının büyütülmesiydi; büyük boyutlu bu aletler ile yapılan gözlemler sonucunda elde edilen gözlem ve verileri “zic” olarak adlandırılan tablolarda toplanmış ve ibadet vakitlerinin belirlenmesi ve takvimlerin hazırlanması gibi günlük gereksinimleri ilgilendiren işlemler bu tablolar aracılığıyla yapılmıştı. Hastaneler Bulaşıcı hastalıklar için hasta bireyleri hasta olmayan bireylerden ayırmak ve tedavi etmek maksadıyla bazı kurumlar oluşturulmuştu. Cüzam başta olmak üzere bir çok bulaşıcı hastalığın yaygın olarak görüldüğü Ortadoğu ve Uzakdoğu ülkelerinde bu uygulamaları belli başlı şehirlerde görmek mümkündü;bazı hastalıkların temasla insandan insana geçtiği bilinmekteydi.ilk hastane Şam’da kurulmuştur.Bu hastanede daha çok Hint tıbbının etkisi görülmüştür. İkinci hastanenin Kahire’de ,üçüncüsünün ise Abbasi halifesi Mansur zamanında Bağdat‘ta kurulduğu bilinmektedir. Hastalıklar için farklı koğuşların oluşturulması,temizliğin sağlanması tedavi hizmetlerinin toplumun bütün kesimine yayılması vakıflar yoluyla desteklenmesi bu kurumları Avrupa’daki benzerlerinden daha üstün kılmıştır. BİLİMLER Matematik Bu dönemde gerçekleşen gelişmelerden en önemlisi ,geleneksel “ebced rakamları”nın yerine Hintlilerden öğrenilen “Hint rakamlarının“ kullanılmasıydı.Bu rakam sistemiyle işlem yapmak son derece güçtü.Erken tarihlerden itibaren ticaretle uğraşanların ve aritmetikçilerin kullanmaya başladıkları Hint rakamlarının üstünlüğü derhal fark edilmiş ve yaygın biçimde kabul görmüştü.Bu rakamlar daha sonra batıya geçerek roma rakamlarının yerini alacaktır. Cebir bilimi İslam dünyası matematikçilerinin elinde bağımsız bir disiplin kimliği kazanmış ve özellikle Harizmi,Ebu Kamil,Kereci ve Ömer Hayyam gibi matematikçilerin yazmış olduğu yapıtlar batıyı büyük ölçüde etkilemiştir. İslam dünyasında büyük ilgi gören ve geliştiren bilimlerden birisi olan astronomi alanındaki araştırmalara yardımcı olmak üzere trigonometri alanında da seçkin çalışmalar yapmıştır.bu konuda en önemli katkı. Açı hesaplarında kirişler yerine sinüs ve kosinüs gibi trigonometrik fonksiyonların kullanılmış olmasıdır. Astronomi Çeviriler yoluyla yunanlılardan alınan bilimlerden birisi de astronomidir.İslam dünyasında astronomi, Aristoteles’in bilim anlayışının etkisi ile matematiğin bir dalı olarak benimsenmiş ve bu nedenle güneş ay ve diğer beş gezegen ile yıldızlara ilişkin gözlem ve verileri hareketli geometrik düzeneklerle anlamlandırılmaya çalışılmıştır. Hem gözlem aletleriyle gökyüzünü gözlemliyor ve hem de gözlem verilerini hareketli geometrik düzeneklerle anlamlandırmaya çalışıyorlardı. O dönemde gözlem evlerinde yapılan gözlem sonuçlarının tablolar halinde gösterildiği kataloglara “zic” denilmekteydi. Zicler bu tabloların yanı sıra dönemlerindeki trigonometriye,küresel astronomiye,takvim çeşitlerine ve yapımına,iz düşüm yöntemlerine,gözlem aletlerinin yapılışı ve kullanımına,ibadet vakitlerinin belirlenmesine ilişkin bilgileri de kapsamaktadır. Fizik Fizik araştırmaları doğa felsefesinin sınırları içinde yürütülmekteydi.İslam dünyasındaki fizik çalışmaları,hareket boşluk gibi Aristoteles‘in belirlediği konular çerçevesinde kalmıştı ve onun görüşlerine dayanıyordu. Oluş ve bozuluşa uğrayan her şey Aristoteles metafiziğinin temelini oluşturan dört nedensel ilke doğrultusunda anlamlandırmaya çalışmıştı. Hareket belirli bir cismin belirli bir biçimde gerçekleşen deviniminden oluşmuştu. Bu devinimin hem bir yapıcısı hem de bir amacı vardı. Yine bu dönem fiziğinin diğer bir özelliği bugün fiziğin bir dalı olan ışık ve ses gibi belli başlı konuların o dönem için fiziksel ber ilimlerin değil de matematiksel bilimlerin bir dallı olarak kabul edilmesidir.nitekim optik konusunda çok değerli çalışmalar yapan İbnü’l-Heysem uzun süre doğuda ve batıda fizikçilerden ziyade bir matematikçi olarak algılanmış ve tanınmıştır. Kimya İslam dünyası kimya çalışmaları daha önce Hellenistik Çağ’da İskenderiye’de yapılmış olan simya çalışmalarından yoğun bir biçimde etkilenmiştir. Simyagerler tarih boyunca kurşun bakır gibi daha az kıymetli metalleri altın gümüş gibi metallere dönüştürmek istemişlerdir.kimya çalışmaları genellikle bu doğrultuda sürmüştür. Simyagerler, yeryüzündeki metallerle gökyüzündeki gezegenler arasında da ilişki kurmuşlardır.örneğin altın güneşle ay ise ayla eşleştirilmiştir. İslam dünyasında simyayı benimseyenler ve benimsemeyenler arasında süregelen tartışmaların kimyanın gelişmesi üzerinde çok önemli etkiler yarattığı görülmektedir.bu tartışmalar sırasında taraflar görüşlerinin doğruluğunu kanıtlamak için çok sayıda deney yapmış ve bu yolla deneysel bilginin artmasında önemli bir rol oynamıştır. Biyoloji Bitkilerle ve hayvanlarla ilgili yüzeysel gözlemlerin yanı sıra hikayelere ve hadiselere de yer verilmiştir. İncelenen bitkiler daha çok tıbbi bitkilerdir. Hayvanlara ilişkin açıklamaların ise özellikle at deve koyun gibi gündelik yaşantıyı doğrudan doğruya etkileyen canlılar üzerinde yoğunlaştığı görülmektedir. Bitki bilimle ilgilenenler genellikle doktorlardır.çünkü tedavi sırasında daha çok bitkilerden yapılan ilaçlar kullanılmaktadır. Müslüman hayvanbilimcilerin yunanlıların bilimsel birikiminden yeterince yararlandıklarını ve hayvan bilimi mesela bir coğrafya veya tıp ölçüsünde geliştirdiklerini söylemek mümkün değildir. Coğrafya İslam dünyasında coğrafyacılar dünya çevresinin veya çapının hesaplanması haritaların düzgün şekilde çizilebilmesi için uygun iz düşüm yöntemlerinin geliştirilmesi enlem ve boylam çizgilerinden oluşan bir konuşlandırma sisteminin kurularak yeryüzündeki önemli noktaların enlem ve boylamlarının belirlenmesi gibi matematiksel işlemlere dayanan matematiksel coğrafya ile bilinen dünyanın beşeri ve fiziki özelliklerini betimlemeyi hedefleyen tasviri coğrafyanın gelişimi yolunda önemli girişimlerde bulunmuşlar ve özellikle tasviri coğrafya alanına değerli katkıda bulunmuşlardır. Tıp İslam dünyasındaki tıp bilgisi geleneksel anlayış ve uygulamalar ile Hazret-i Muhammed’in beden ve ruh sağlığına ilişkin önerilerinden oluşuyordu.“Peygamber Tıbbı” olarak adlandırılan bu birikim Müslümanlar arasında oldukça benimsenmiş ve uygulanmıştır. Veteriner Hekimlik Ulaşım ve savaş aracı olarak kullanılan atlara büyük bir yer verildiği görülmektedir. Müslüman baytarlar tarafından atlar hem at bilgisi hem de at tedavisi bağlamında incelenmiş ve atların özellikleri seçimleri,terbiyeleri ,hastalıkları ve tedavilerine ilişkin önemli bilgiler üretilmiştir. Atların dışında bu dönem baytarları deve,sığır,koyun,keçi ve tavuk gibi evcil hayvanları da incelemişler ve bunlara ilişkin hastalıklar ve tedavileri hakkında küçümsenmeyecek bilgi birikimi oluşturmuşlardır. Tarih Tarihi yapıtların tefsir ve hadis gibi dini ve ilimlerin gereksinimlerini karşılamak maksadıyla Hazret-i Muhammed’in hayatı ve savaşları gibi iki konu üzerinde yoğunlaştıkları görülmektedir. Sonradan bu konulara Kuran-ı Kerim’de geçen kavimlere ve peygambere ilişkin olaylara Dört Halife,Emeviler ve Abbasiler dönemine yaşanan gelişmeler eklenerek tarihi yapıtların kapsamı genişletilmiştir. Bağdat ve Şam gibi önde gelen medeniyet merkezlerinin tarihleri anlatılırken burada yetişen büyük şahsiyetlerin hayat öyküleri ve eserleri de tanınmış ve böylece biyografya ve bibliyografya bilimlerinin temelleri atılmıştır. İslam Dünyasındaki Bilim ve Felsefenin Batıya Aktarılması İslam dünyasında yürütülen ilmi ve felsefi uğraşların ürünleri bazı kişisel temaslar bir yana bırakacak olursa üç kanaldan Avrupa’ya akmış ve batı bilim ve felsefesinin biçimlenmesinde uyarıcı,besleyici ve yönlendirici olmuştur. Bu kanallar Endülüs, Sicilya ve haçlı seferleri esnasında haçlıların ulaşabildikleri ve uzun süre tutunabildikleri Ortadoğu kentleridir. Bunlardan Endülüs kanalının diğerlerinden daha verimli ve etkili olduğu anlaşılmaktadır. Endülüs medreselerinde Arap dili ile birlikte bilim ve felsefe tahsili alarak yetişmiş olan Yahudi ve Hıristiyan bilginler bu sahalarda yapmış oldukları çevirilerle 12.yüzyıl Rönesans’ı olarak adlandırılan uyanış döneminde çok önemli roller oynamışlardır. Müslümanlar daha 8. yüzyılda Sicilya’yı ele geçirmişler ve zamanla bu adayı bir ticaret ve kültür merkezi haline getirmişlerdi.1060’da Normanlar Sicilya’yı fethedince İslam medeniyetini sahiplenmişler ve bu medeniyetten yararlanmışlardır. Yaklaşık 200 sene süren haçlı seferlerinin maksadı Müslümanların bilgi,beceri ve birikimlerini Avrupa’ya aktarmak değildi ama haçlılar Müslümanlarla karşılaştıklarında İslam uygarlığından çok etkilenmiş ve Avrupa’ya yeni düşünceler ve görüşlerle dönmüşlerdi. Arapça öğrenmişler ve Arapça yapıtları okuyarak kendilerini yetiştirmişlerdir. Müslümanları yalnızca gündelik yaşama biçimleriyle değil yaşam anlayışları ve dünya görüşleri itibariyle de taklit etmeye başlamışlardı. Giderek 1000 yıl süren düşünce ve geleneklerden uzaklaşıyorlardı. Sonunda kutsal Kudüs’e ulaşmışlar ve bir süre hakimiyetleri altına almışlar ancak medeniyet tarihi açısında bakıldığında siyasi ve askeri başarıları iyi bir öğrenci olmalarından kaynaklanan ilmi başarılarının yanında çok sönük kalmıştı. |
|
syl@r
Süper Üye Kayıt Tarihi: 02-Mayıs-2007 Konum: Kirikkale Aktif Durum: Aktif Değil Gönderilenler: 148 |
Alıntı Cevapla Gönderim Zamanı: 30-Temmuz-2007 Saat 14:26 |
ESKİ ÇİN’DE BİLİM
Çin uygarlığının belirli bir kesinlikle saptanabilen en eski dönemi, İ.Ö. 1500 civarında Sarı Nehir üzerinde Anyang’da hüküm süren Shang hanedanı devridir. Anyang’daki kazılar, o devir Çinlilerinin bronz işlediğini, çömlekçi tekerleği ve atla çekilen savaş arabası kullandığını, fakat batıdaki arpa yerine pirinç ektiğini ve keten yerine ipek dokuduğunu göstermektedir. Şimdiki Çin’de, ilk uygar toplumlara ait gelenekler başka yerlerdekine göre daha güçlü ve sürekli olmuş, ideografik yazı, sulu tarım, Eski Bronz Çağı uygarlıklar ı ile ilişkili gördüğümüz bilginler bürokrasi, modern zamanlara kadar yaşamıştır. Çin’de demir, İ.Ö.6 yy civarında geldi. Buna dair ilk kayıt, İ.Ö:513’dedir. Demir üretimine girişen ve en batıda bulunan Ch’in devleti, zamanla diğer devletleri yenerek İ.Ö. 221-207 arasında kendi hanedanı tarafından yönetildi. Çin’in sulama tesislerini genişletti, bir yol ağı kurdu ve Çin Seddi’ne önemli bazı eklemeler yaptı. Çin bilginleri, yazılarını önce bambu yaprakları, sonra ipek ve sonunda da kağıt üzerine yazdılar. Kağıdın icadı İ.S. 105’ Tshai Lun’a kadar geri gider ve korunun kağıt örnekleri, İ.Ö. 150’den kalmadır. Han devri, getirdiği teknik yenilikler nedeniyle önemlidir. Bu devir, sadece kağıdın icadını değil, aynı zamanda İ.S. 100’de, mıknatısın yok bulma aracı olarak keşfini ve demir dökümünü de ilk kaydını kapsamaktadır. İ.S. 31’ den kalan bir eserde betimlenen mekanizmada, yatay bir su değirmeni, makara ve kayışlarla bir körüğü çalıştırmakta, körük de tarım araçları döken bir demir ocağı için kullanılmaktadır. Daha sonrada İ.S.290’da, Çin’de dik su değirmeni kullanıma girdi, bununla, bir havan ve tokmak su ile çalıştırılarak, şahmerdan yapımı gerçekleştirildi. Han hanedanı sırasında, bilimsel ve felsefi karakterli sorular üzerinde çok durulmuştur. Savaşan devletler döneminde felsefenin “ Yüz Ekol” içerisinde sürdürüldüğü, söylenmektedir. Ancak bunlar arasında sadece, Hukukçular, Mantıkçılar, Mohistler ve daha da özellikle Taocular ve Konfüçyüsçüler önemliydiler. Bu ekoller, devletler arasındaki yok edici savaşların nasıl ortadan kaldırılacağı sorusu üzerinde birbirlerinden ayrılmaktaydılar. Hukukçular, kaosun ancak pozitif yasalarla, kendi sözleriyle “ Önceden belirlenmiş kanunlarla” düzene gireceğine inanıyorlardı. MOHİSTLE özellikle optikte, mekanikte ve tahkimat yapımındaki fiziksel problemleri araştırmaya yöneldiler. Işığın düzlem, içbükey ve dışbükey aynalardan yansımasının incelediler ve cisimlerle imgeleri ve aynanın eğrilikleri arasındaki yer ve büyüklük ilişkileri hakkında ampirik kurallar çıkardılar. Mekanikte, manivela ve makara sisemlerine ilgi duydular ve bunları gene ampirik olarak incelediler. Işık hakkında teorileri olmadığı gibi, alışmalarında geometrik çizimlerden de yararlanmadılar. Sonuçları deneysel olarak elde ediyor ve ampirik kurallar halinde belirtiyorlardı. Mohistler ve onlara akraba ekol olan Mantıkçılar, akıl yürütmek için bilimsel bir metod aradılar. TAOCULAR’ın İ.Ö. 6. ve 4. yy’lar arasında yaşadıkları söylenmektedir. Taoculara göre insan, uygar toplumu terk etmeli ve eski zamanların basit, eşitlikçi toplumlarına geri dönmeliydi. Mükemmel faziletler devri, “ insanların kuşlar ve yırtıcı hayvanlarla birlikte yaşadığı ve bütün yaratıklarla tek bir aile oluşturduğu” devirdi. Bu nedenle, eski Taocuların çoğu bakir doğa içine giderek, doğayı eski şaman büyücülerin sihirleri ile incelediler. DÖRDÜNCÜ yüzyıldan itibaren, Taocular gibi başkaları da, YİN ve YANG adı verilen iki ilkel madenini etkileşmeleri sonucu her şeyin ürediğini düşünmekteydiler. Yin, edilgen, koyu renkli ve dişi bir gücü, Yang ise etken, açık renkli ve erkek bir gücü simgeliyordu. Bu, iki ilkel madde, en başta varolan ve anaforla dönen, akışkan şeklindeki bir madde ve enerji karışımından çıkmıştı. Böyle bir hareket, ağır ve koyu renkli olanı, hafif ve açık renkli olandan ayırırken, ilk kısımdan dünya ve ilkel Yin maddesi çıkmış, ikinci kısımdan da, Gökyüzü ve ilkel Yang maddesi oluşmuştur. Bu iki ilkel maddenin etkileşimi, su, ateş, ağaç, metal ve toprak gibi beş elemanı meydana getirmişti. Önce ortaya çıkan su ve ateşten ilki, bileşimce geniş ölçüde Yin’den diğeri ise Yang’dan oluşmakta, daha sonra gelen ağaçta Yin biraz daha fazla bulunmakta, metalde ise Yang biraz ağır basamakta ve nihayet toprakta, iki ilkel madde de denge halinde yer almaktaydı. TAOCULAR, evrenini yolunu izleyerek, insan ölümlülüğünü kontrol etmek, yani insan ömrünü uzatmak ve gençliği sonsuz kılmak istediler. Bu amaçla embriyonun, rahim içindeki nefes alıp vermesi olarak düşündükleri şekli taklit eden, soluma teknikleri geliştirdiler. Erkeklerin güneş banyosu yapmasını, kadınların ise kendilerini ay ışığına açmalarını ve bu yolla Güneş ve Ay tarafından salınan Yang ve Yin özlerini massedeceklerini savundular. Jimnastik ve seksüel egzersizler geliştirerek, bunlarla erkeklerde hayat veren ilkel Yang maddesini, kadınlarda ise ilkel Yin maddesini arttırmak istediler. Fakat, hepsinden önemlisi, Yin ve Yang ilkel maddelerini kimyasal olarak izole etmek amacıyla yapılan çalışmalar sonucu, simya, beslenme bilgisi ve eczacılık bilimlerini geliştirdiler. BATI’da olduğu gibi, mineral ve metallerin yeraltında büyüdüğü düşünülmekteydi. Bu öğreti, Çin’de İ.Ö.2.yy kadar geriye gider. İ.Ö.5. yy da Ho Ting, zincifrenin toprak altında yeşil bir Yang tarafından döllendiğini ve böylece, iki yüz yıl sonra metallere gebe, yeşil bir madde verdiğini, söylemektedir. Bundan, önce kurşun, sonra gümüş ve en sonunda da altın doğuyordu. Bu nedenle altın, zincifrenin oğluydu. Ölüm ve dirilme konusunun ardından, Ho Ting’e göre, altının doğabilmesi için, Yang’ın ölmesi ve Yin’in yoğuşması gerekli idi. AVRUPA’da olduğu gibi, Çin’de de böyle doğal süreçlerin, laboratuarda kopya edilebeleceği düşünülüyordu. Isıtmanın Yang etkisi ile, soğutmanın Yin etkisini birleştirdikleri için boharlaşma ve damıtma süreçlerini en önemli süreçler olarak kabul ediyorlardı. İki ilkel madde, kimyasal olarak cıva ve kükürt şeklinde izole edilebilirdi. Cıva oldukça Yin, kükürt ise oldukça Yang özelliğindeydi. Bunların bileşimi Zincifreyi veriyordu ki, bu da metallerin gere doğal ve gerekse yapay oluşumu ve ölümsüzlük hapının hazırlanması için başlangıç noktasını teşkil etmekteydi. ÇİN TIBBI da ömür uzatmak ve hastalık iyileştirmek için benimsenen beslenme teknikleriyle, Taoizm tarafından şekillenmişti. Çin’de yılın ilk gününde, bütün yıl için insanı canlandırmaya yetecek bir öz taşıdığı düşünülen bir tavuk yumurtası yutmak adeti vardı. Besin maddeleri, kaplumbağa gibi, uzun ömürlü olan hayvanlardan hazırlanıyor ve canlılığı arttırmak amacıyla da, kükürt ve güherçile gibi yüksek Yang içeriği olduğuna inanılan, mineral maddeler yeniyordu. İnsan vücudunun bütün anatomik özellikler ive onun maruz kalabileceği bütün hastalıklar, Yin ve Yang karakterli idi. Ateşlenmeler Yang, ürpermeler ise Yin bozuklukları olarak kabul ediliyordu. Çin tıbbında nabza büyük önem verilmekteydi. Yang bozukluklarının nabzı kuvvetlendirdiği, Yin’inkilrden ise zayıflattığı düşünülüyordu. Nabızdan anlaşılan hastalıklar, Yin ve Yang fazlalığının düzeltici ilaçlarla tedavi ediliyordu. Uyarıcı, yakı ve sert ilaçlar Yang, temizleyici, acı ve kabızlık verici ilaçlar ise Yin kabul edilir. STANDARD ÇİN TIP KİTABI. Han zamanından kalma TIP KANUNU idi. Bunun içindeki anatomi ve fizyoloji teorileri, esas itibariyle, insan ile devlet, mikrokozmos olan insan ile makrokozmos olan evren arasındaki benzetmelere dayanıyordu. Gökler yuvarlak, dünya ise kare idi. Bu nedene, kafa yuvarlak ve ayakla da kare idi. Bir yılda dört mevsim ve on iki ay vardı ve bu sebeple insanını dört organı ve on iki eklemi mevcuttu. Kalp, vücudun prensi ve ciğerler onun bakanları idi. Bedenini generali karaciğerdi. Safra kesesi ise merkez bürosu idi. Dalak ve mide tahıl ambarı, bağırsaklar ulaşım ve kanalizasyon sistemi idi. TIP KANUNU’nun belirttiğine göre, kan, bir daire üzerinde durmadan akar. Fakat bu , kan dolaşımının buluşmuş oldu şeklinde anlaşılmamalıdır; çünkü Çinliler, atar ve toplardamarları ayırt etmemişlerdi. Bu sadece kan hareketi ile doğanını çevrimi, mevsimlerin birbirini izleyişi ile gök cisimlerinin hareketleri arasında, gerçek olup olmadığı deneysel olarak gösterilmeyen bir benzetmeydi. ÇİN DOKTORLARI ile Çin bürokrasisi arasındaki ilişki bir Tıp Bürosu yardımı ile düzenleniyordu. Simyacılar ise bunun dışında tutuluyordu. Resmi yönetim ile en yakından ilişki içinde olan bilim adamları ve teknisyenler, Mısır ve Babil’de de olduğu gibi, matematikçiler, astronomlar, kadastrocular ve takvim yapıcılarıydı. En eski Çin matematik çalışması ilk kez İ.Ö. 1000’de eski Chou imp devrinde yazılan, DOKUZ KISIMDA ARİTMETİK adlı eserdir. Ele alınan problemler ilkin yüzölçümleri, örneğin üçgenlerin, yamukların ve dairelerin alan ölçümleri ile ilgilidir. □ ‘nin değeri önceleri 3 alınmış, sonra İ.S. ilk yy da 10 olarak kabul edilmiştir. İkinci olarak, oranlarla, yüzdelerle ve ortaklıklarla ilgili ticari sorular ele alınmakta ve daha sonra da , şekillerin hacimlerinin, onların kenarlarından, kenar uzunlukların ise onların hacimlerinden belirleme ile ilgili, kare ve küp kök alma gerektiren metotlardan bahsediliyordu. Pythagoros’ın üçgenleri ve lineer denklem sistemleri inceleniyor ve yanlış konum kuralı veriliyordu. Bu kural, bir problemin sonucunu tahmin etmeye ve böyle tahminlerden ortaya çıkan hatalarda, doğru sonucu bulmaya dayanan bir yöntemdi. ASTRONOMİDE ÇİNLİLER, çok eski tarihlerde gözlemlere başlamakla ünlüdürler. 17.yy da Pekin’e gelen Cizvitler, Çin astronomisinin kendi zamanlarından 4 bin yıl daha eskiye uzandığını sanmışlardı. Fakat İ.Ö.1500 deki Anyang devri kahin kemiği yazıtları, Çin astronomisinin en eski kayıtlarıdır ve İ.Ö.400’den önceye ait elde güvenilebilir bilgi yoktur.en ünlü Çinli astronom olan Shihi Shen, İ.Ö.350’de 800’e yakın yıldızın yerini belirlemiş. Kendisi, tutulmaların, gökcisimlerinin konumları arasındaki ilişkilerden oluştuğunu biliyordu ve bunları önceden belirleyebilmek için, Güneş ve Ay’ın bulunacakları yerlere dayanan kurallar vermişti. Ayrıca bir yıldaki gün sayısına karşı gelecek şekilde, bir daireyi 365¼º ye bölmüştü ve 236 kameri aya eşdeğer olan 19 yıllık Meton çevrimini de biliyordu. Hu Hsi, ekinoksların presesyonunu fark ederek bunun değerini, 50 yılda 1º olarak tahmin etmişti. Kutup yıldızı ve onun çevresindeki, batmayan ve doğmaya n yıldızlar, Çinliler için en önemli gök cimsileriydi. Kutup yıldızı, göklerin imparatoru, onun çevresindekiler ise prensler ve diğer yıldızlar da resmi şahsiyetler olarak kabul edilirdi. Bu nedenle, Çinlilerin gökcisimlerinin yerleri hakkında yaptıkları gözlemler, modern devirlerden önce batıda yapılanlardan ayrılmaktaydı. Onlarınki, yerküre üzerinde duran gözlemciye göre değil, sabit kutuplu gök küreye göre yapılıyordu. Eksi astronomik gözlemlerde en güç şeylerden biri, gündüz vakti Güneş’in sabit yıldızlara göre konumunu belirlemektir. Çünkü Güneş’in aydınlığı, yıldızları örtmektedir. Babiller, Mısırlılar, ve sonrada Grekler bu problemi çözmek için, şafaktan hemen önce doğan yıldızları gözlemlerdi. Çinliler tarafından yapılan astronomi hesapları hemen tamamen cebirsel idi. Bu nedenle, onları astronomisi, kendilerine evrenin şekli hakkında bir resim vermemiştir. HAN DEVRİNDE üç temel dünya sistemi vardır: Bunlardan en eskisi, Ka Thien sistemi idi. Buna göre gökler, yarıküresel bir kubbe ve yerde kenarları doğrusal olan, ters dönmüş bir kase gibi olup, dışbükey bir kare oluşturuyordu. Gökyüzü düzgün bir yarımküre değil. O, bir satranç tahtası üzerinde meyilli duran bir şemsiye gibi güneyde yükseltilmiş ve kuzeyde alçaltılmış bulunuyordu. Böylece yarıküre ile birlikte dönen Güneş, güneyde olduğu zaman görünüyor, kuzeyde olduğu zaman ise görünmüyordu. Güneş, Ay ve gezegenler gökyüzü ile birlikte dönmekte, fakat denildiğine göre, dönen “ bir değirmen taşı üzerindeki karıncalar gibi” aynı zamanda kendi öz hareketlerini de yapmaktaydılar. Dünyanın kenarları, gök kubbenin içine daldığı bir okyanusla çevreleniyordu. Gökler ve yer, kendi kaselerinin altında sıkışıp kalmış olan hava tarafından taşımaktaydı. Gökler 8 000 Li kadar yukarıdaydı.(üç Li, bir İngiliz miline eşittir) ÇİNLİLER, gök cisimlerini kutsal ve yeryüzündeki olayları belirleyen güçleri bireyler olarak görmediler. Bir astrolojileri olmakla birlikte, bunun kendine has olan tarafı, gökyüzünün ve dünyanın belirlenmesinde iki yönlü bir etkinin yer almasıydı. Bir kuyruklu yıldızın görülmesi, felaket haberi verebileceği gibi aynı zamanda alışılagelmişin dışındaki bir insani davranışın neden olduğu kozmik bir karışıklığın da işareti olabilirdi. Yani, evreni kontrol eden kutsal bir yasa koyucu yoktu ve kozmik olaylar, doğanın çeşitli nesnelerinin arasındaki ilişkilerden oluşan bir doku idi. Taocular için kozmik sürecin tüm unsurları aynı ağırlıkta olup, hiçbirinin diğerlerin göre bir üstünlüğü yoktu. Konfüçyüzcüler ise, kozmik olaylarda her şeyin aynı ağırlıkta olduğunu düşünmüyorlardı. Ancak her şeyin örflerin gücü ile birbirlerine bağlı ve kendi aralarında ilişkili idi. Konfüçyüzcü Hsun Ch’ing, Aristotele’in Dünya yaratıklar, bitki, hayvan ve akıllı varlıklar olarak sınıflandırmasının anımsatan, hiyerarşik bir doğa sınıflandırması yapmıştı. İNSANLARIN,yılların, dört mevsimin, adetlere uygun davranışı, kolayca gözlenip, doğrulanabiliyordu. Fakat, daha ayrıntılı bilgiler için, kehanet metotları geliştirildi. Shang devrinde, hayvanların omuz kemikleri sıcak bir çubukla kırılıyor ve çatlakların gidişine bakarak olayların eğilimi konusunda öngörü yapılıyordu. BURAYA KADAR ANLATILAN GELİŞMELER, KABACA İ.Ö.220’DE HAN HANEDANININ SONUNA KADAR ÇİN’İN ESKİ TARİHİ İÇİNDE OLMUŞTUR. ÇOĞUNLUKLA TAOİZİM VE DİĞER İNANÇLAR ETRAFINDA OLUŞMUŞTUR. HAN DEVRİNDE kaba ilkel porselen üretimiyle başlayan porselen yapımı; Thang devrinde yüksek bir mükemmelliğe ulaşmış ve 621’de üretim için bir imparatorluk bürosu kurulmuştu. 5.yy da el arabası icat edildiği gibi; 7.yy da ise ayakla döndürülen bir çarkla hareket ettirilen su geçirmez bölmelerle sahip ve kıçta geriye doğru uzanan bir dümenle kumanda edilen tekneler ortaya çıktı. İlk blok baskı, Thang devrinde Çin manastırlarında başladı. En eski basılmış kitap, İ.S.868 tarihi biçilen ve Kansu’daki Bin Buda Mağaralarında sumurkuy omar Elmas Sutra’dır. Alçıdan yapılmış tek harf kalıbı, çin’de 1040’larda Pi Sheng tarafından icad edildi. Daha sonra tahtadan yapılmış harf kalıpları ortaya çıkar ki, bunları 1300 tarihinden kalan örnekleri Bin Buda Mağaralarında bulunmuştur. Son olarak da dökme metal harf kalıpları geliştirilmiş olup, bu kalıpların 1403 tarihinden kalan örnekler Kore’de bulunmuşlardır. Bunlarla basılan kitaplar 1409 ‘ a aittir. BARUT ve ATEŞLİ SİLAHLAR Çin’de Thang devri sonunda, barutun yapıldığı ve ilk ateşli silahların Sung devri sondan önce ortaya çıktı anlaşılmaktadır. Adı ilk kez İ.Ö 1.yy a ait Çin metinerinde geçen güherçile, Çin ve Hint topraklarında doğal olarak bulunmaktaydı. İ.S 33yy da Çin simyacıları, güherçile ile kükürtü barut yapımı için uygun oranda karıştırdılar ve karışımı yüksek sıcaklığa kadar ısıttılar. Böyle deneyler, 7. asırda sözü edilen havai fişeklerin kaynağını oluşturabilir. Thang devri savaşlarında ateşli oklar kullanılmışsa da bunların ucuna yanan zift sürülmüş bir oktan ibaret olduğu anlaşılmaktadır. 1040’dan kalan bir kayıttı, yeni ateşli roketlerde barut kullanıldığı söylendiği gibi, barutun doğru formülü ve yapılışına ait açıklamalar da verilmektedir. 1067 tarihli bir Çin kararnamesi, kütürt ve güherçilenin yabancı ülkelere satışını yasaklamıştır. Bu, barutun o zamanki Çinliler tarafından ne kadar değerli görüldüğünün bir göstergesidir. İ .S.1237 de Çin kaynakları birkaç farklı cins baruttan söz eder. Mermi atan ateşli silaha ait ilk kayıt, 1259 tarihli olup, Sung ordularının Tatarları bambu tüpler kullanarak geri püstürttükleri yazılmaktadır. Tatarlar ise Moğollara karşı barutu 1231 de “ Göğü Sarsan Gürleme” adını verdikleri, mancınıkla fırlatılan, parça tesirli, fitille ateşlenen barut dolu demir bir kaptan oluşan, bir bomba şeklinde kullanmışlardır. PUSULA Sung devrinde diğer bir gelişme de, kara ve deniz yolculuklarında magnetik pusulanın kullanıma girmesidir. 1086 da su yapılar müdürü olan bilgin Shen Kua, kendi zamanında gördüğü, fosiller, kabartma haritalar, gerçek metal dönüşümler ve yön bulmak için sihirli araçlar gibi, çeşitli harikalardan söz eden bir eser yazmıştır. Bahsettiği dönüşüm, demirin, bir bakır sülfat çözeltisi aracılığıyla bakıra dönüşümü idi. Batıda bu çoktan beri bir metalin diğerine, gerçek bir dönüşümü olarak kabul edilmekteydi. Magnetik pusula hakkında dediğine göre, bir sihirbaz yön bulmak istediğinde bir iğneyi mıknatıs taşına sürtmekte ve sonra onu ince bir iplikle yukarıya asmaktaydı. İğne çoğu zaman güneye, fakat bazen de kuzeye yönelmekteydi. MATEMATİK Thang tarihinin kayıtların göre matematikçiler, alan ölçenler, fizikçiler ve sihirbazlar şarlatan olarak kabul edilmiş. Bilgeler, onları aydın olarak kabil etmemişler, bilginlerin çalışmaları ( alan ölçen, takvim yapan ve astronomik gözlemle uğraşan insanlar) düşünsel olarak kalmıştır. 1247 de Ch’in Kui Shoa tarafından yayınlanan, Matematiğin Dokuz Bölümü adlı eserde, Çin sayılarına, hane değerinin ve bir sıfır rakamının eklendiği görülmektedir. HİNT BİLİMİ Uygar toplum, Hindistan’da da, Mezopotamya, Mısır ve Çin’de olduğu gibi, bir nehir vadesindeki Tunç Çağı kültüründen ortaya çıkarak gelişmiştir. Fakat, İndüs’te, İ.Ö.- 3000’ de yeşermiş olan uygarlık hakkında bugüne kadar fazla bir şey bilinmemektedir. İndüs vadisi halkları, bir resim yazısına ve bir ondalık sayı sistemine sahiptiler. Onlar da Sümerler gibi hızlı dönen çömlekçi tekerleği kullanıyor, bakırı kalayla karıştırarak tunç alaşımı yapıyor ve doğudakiler gibi ipek veya batıdakiler gibi keten yahut yün yerine, pamuk dokuyorlardı. Bunlarla birlikte, İ.Ö.- 2000’de İndüs uygarlığı yok oldu. Hintlerde Sayı Sistemi Greklerin İ.Ö. 327-323’ de Hindistan’ı istila ettikten sonra Mauyra hanedanın 3. imparatoru Asoka, İ.Ö.-260, tarafından Budizm dini, İ.Ö. 6.yy da güçmenmiştir. Taş üzerine kazılmış yazıtlardan, Asoka’nın, Hindistan ‘ın ilk hastaneleri ile şifalı bitki bahçelerin kurduğu ve bunları Hindu Brahminlerine olan muhalefeti nedeniyle, Budist rahiplerin denetimine bıraktı anlaşılmaktadır. Ayrıca bu yazıtlar, o zamanlarda, modern Hindu Arap sayı sistemine bir ölçüde benzeyen bir sayı sisteminin kullanıldığını göstermektedir. Daha sonraki yazıtlar, hane değeri ve sıfır sembolünün de ortaya çıkması ile, bizim bugünkü rakam sistemimizin olası gelişimini göstermektedir. İ.S.595 tarihli bir levha, 346 tarihini, onlu taban sistemi ile vermektedir. Sıfırın en eski ve şüphe götürmeyen kullanımı, Gwalior’daki bir abide üzerinde görülmekte olup, İ.Ö. 876’da,270 sayısının orada bugün yazıldığı gibi kazıldığını görüyoruz. Hindistan dışında Hindu rakamlarına ait ilk kayıt, Fırat üzerinde Kenneshre’deki bir manastırda yaşayan ve cemaatsiz piskopos rütbesini taşıyan Severus Sebokht’un yazdığı bir eserde bulunmaktadır. Hintlerde Astronomi Varahamihira, Hindu astronomi eserleri olan Siddhantalar üzerinde ilk dikkate değer değerlendirmeyi yapan kişidir. Kendisinden önce yazılmış olan böyle beş Siddhantadan söz edilmektedir. Bunlardan dördü Grek astronomisine, diğeri ise, eski veda astrolojisine dayanmaktadır. Varahamihira da kendi astronomisinin kaynağı olarak, Yavanaları veya batı halklarını zikretmektedir. - O ve diğer Hindu astronomlar, Dünya’nın küresel olup, Güneş’in;Ay’ın ve gezegenlerin kendi dolanım süreleri ile orantılı uzaklıklarda bulunduğunu kabul ediyorlardı. Bu görüşün dayanağı, bütün gök cisimlerini Dünya etrafında dairesel yörüngelerde, aynı düzgün hızla döndüğü kabulü idi. Hindu astronomlarının çoğu, güneş sistemindeki her cismin, bir rüzgar etkisi ile oluşan bir öz hareketi olduğunu ve buna ek olarak da, daha büyük bir hava anaforunun bütün gök cisimlerini Dünya etrafında, her 24 saatte bir kez döndürdüğünü düşünüyorlardı. Genel olarak kabul edilmese de, Aryabhataların biri veya ikisi de, yeryüzünden yüz mil kadar yukarda esen bir rüzgar ektisiyle, Dünya’nın kendi ekseni etrafında günlük bir dönme yaptığını kabul ederek, büyük anafordan vazgeçmişlerdi. Hindular gezegen hareketlerinde görülen karmaşıklığı açıklamak için, Greklerin episikl denen matematiksel aracını kullanmış ve sonuçların daha da iyileştirmek amacıyla ovoid episikl’den de yararlanmışlardı. Fakat Ay’ın hareketlerini açıklamak için, Hindu astronomlarının kullandıkları metodlar, Babil etkilerinin açık izlerini taşır. |
|
syl@r
Süper Üye Kayıt Tarihi: 02-Mayıs-2007 Konum: Kirikkale Aktif Durum: Aktif Değil Gönderilenler: 148 |
Alıntı Cevapla Gönderim Zamanı: 30-Temmuz-2007 Saat 14:25 |
ANAXİMANDER
Evrenin temel maddesi “ sınırsız” veya “ sonsuz” diye nitelediği, evrensel, bitmeyen, değişmeyen, görünmeyen, pek maddesel olmayan bir nesnedir; öyle ki, tüm nesneler bu ana nesneden değişik özellik ve nitelikler seçerek oluşur. İlk kaynak olan “ sonsuz” dan karşıt şeyler hareket yardımıyla türemiştir: Önce soğuk ve sıcak, dışı ateş(sıcak), içi hava(soğuk), su ortasında arz olmak üzere bir halka biçiminde ayrılmıştır. Yer ya da toprak başlangıçta ıslaktı, sonra sıcağın etkisi altında kuruyarak dört halka meydana geldi: Sıcak (ateş), soğuk(hava), ıslak(su), kuru(toprak). Bu dört nesne ve onlara ait özellikler modern bilimin doğuşuna dek geçen iki bin yıl boyunca doğayı oluşturan asıl varlıklar olarak kabul edilmiştir. Yine ona göre, gök cisimlerini kökeni ile ilgili bir teori de ortaya atmıştır. Bu teoriye göre Güneş, Ay ve yıldızlar ateş halkasının daha kütük halkalara ayrılmasıyla meydana gelmiştir. Anaximenes “sonsuz”u, somut veya gözlenebilir niteliklerden yoksun bulduğu için reddetmiş, yerine hava veya buharı temel nesne olarak önermiştir. Ona göre, inceltilen veya seyrekleştirilen hava ısınır, böylece ateş olur; sıkıştırılan hava ise soğur, böylece önce rüzgara, sonra butla, daha sonra suya, en sonunda da toprak ve taşa dönüşür. Hava daima hareket halinde olduğundan, değişme sürekli bir olanaktır. Hava aynı zamanda nefes niteliğindedir. O halde, yaşamın da kaynağıdır. Anaximenes’in hava, rüzgar, bulut, yağış gibi meteorolojik oluşumlardan söz etmesi, doğa olaylarına karşı artan ilgiyi gösterir. iyonya bilginleri yerküreyi, etrafında dönen tüm evrene aynı uzaklıkta, hiçbir yöne doğrulma nedeni olmayan, kısa bir silindir olarak tasavvur etmişler. Böylece yerkürenin hareketsiz ve evrenini doğal merkezi olduğu düşüncesi doğmuş oluyordu. AKILCI EĞİLİM Thales, Anaximender ve Anaximenes İyonya’da yetişmişlerdir; başlattıkları gelenek metaryalist görüşe dayanıyordu. Güney İtalya ve Sicilya’da Pythagaros’la başlayan geleneğin ise niteliği değişikti. Buradaki filozoflar meteryalist değil, rasyonalist idiler. Onlar için evreni oluşturan temel maddeden çok varlık ve değişmenin gerçek niteliği gibi çetin ve karanlık sorunlar önemliydi. Sayıya evreni anlamanın anahtarı gözüyle baktılar ve matematiğe büyük önem verdiler. “ Evrenin yapı taşı sayıdır” demişlerdir. Pythagoras tüm doğal sayıların 1’den elde edilebileceğini göstermişti; bu nedenle evreni 1’le özdeş görüyorlardı. Sonra, biri bir nokta, ikiyi bir doğru parçası, üçü bir üçgen, dördü bir piramit sayıyorlardı. Onları sayılar arasındaki orantılar da çok ilgilendirmiştir. Çağlı aletlerinin tel uzunlukları ile çıkarılan sesler arasında sayı ile ifade edilebilen orantılar, keşifleri arasında özel bir yer tutuyordu. Bazı sayıların gene müzikle ilişkileri yönünden “ harmonik orantı” özelliği taşıdığı, böylece yunan evreni için gerekli harmoninin sağladığı sanılıyordu. Gerçek evrenin özü sayıydı, gene evren yuvarlaktır burada matematiksel bir ilkeyi dile getiriyordu. HERAKLEİTOS için gerçeğin özü sayı değil, değişme süreciydi. Her şey sürekli değişme süreci içindedir; bu nedenle nesnel dünyayı incelemeye olanak yoktur. Çünkü, bir şeyin incelenmesi, o şeyin kimliğini sürdürmesini gerektirir.(M.Ö 500 sıralarında) PERMENİDES tezi büsbütün değişikti: ona göre, değişme ve hareket görünüşündedir; duygularımızın birer aldanmasıdır. Asıl gerçek “ olma” dır, zira aklımız “olmama”yı değil, ancak “ olma”yı kavrayabilir. “ olma” değişmeyen, hareketsiz, bitmeyen varlıktır. ATOMSAL EVREN KAVRAMI Empedocles’e göre, tüm varlıklar, dört element ( ateş, hava, su, toprak)ın kantitatif olarak değişik oranlarda birleşmesinden meydana gelmiştir. Başlangıçta bu dört temel elementi içine alan küresel bir evren vardı. Bu evren, ayrıca elementlerin ilişkilerini sağlayan sevgi ve nefret diyebileceğimiz iki gücü de içinde taşıyordu. Sevgi elementlerin birleşmesinin, nefret birbirini itmesini, ayrılmasının sağlıyordu. Üstünlük sevgideydi, fakat hareket ve değişiklik için nefrete ihtiyaç vardı. Dünyamız iki kuvvetin çarpışmasından bir rastlantı sonucu doğmuştur. Aynı şekilde başka dünyaların da ortaya çıkması beklenebilir. Gene iki kuvvetin arasındaki uyuşmazlıktan gece ile gündüz, gök cisimleri ve bildiğimiz evren ortaya çıkmıştır. EMPEDOCLES’in astronomi ile ilgili düşünceleri de ilginçtir. Ona göre Ay ışığını Güneş’ten alır; hem Güneş hem Ay Dünya çevresinde dönmektedir. Güneş tutulmalarının nedeni Ay’ın Güneş ve Arz’ın arasından geçmesidir. Evren yumurta biçiminde olup gök kubbesi, hareketiyle Arz’ın merkezde sabit tutan, kristalimsi bir küreden ibarettir. EMPEDOCLES’in organik evrim üzerinde de oldukça garip fikirleri var. Başlangıçta organizma bütünlüğü yoktu: organlarımız ayrı ayrı birimler halinde (örneğin göz, el, bacak, kol gibi) serbest dolaşmaktaydı. Sevginin çekiciliği altında rasgele birleşen bu birimler çeşitli organizmaların meydana gelmesini sağlamıştır. DOĞA FELSEFESİNE TEPKİ M.Ö.5.yy sonlarında doğaya dönük felsefeye tepkinin kuvvet kazandığı, gözlerin kozmosdan insana çevrildiği görülmektedir. SOKRATES, kendinden önce gelen düşünürlerin tersine, doğa ile değil, insan sorunları ile uğraşıyordu. Amacı, insanı iyi, akıllı ve dürüst yapmanın yollarını bulmak ve göstermekti. Bir tür mantıksal çözümleme yöntemi kullanarak doğruluk , iyilik adalet, erdem gibi soyut kavramların gerçek anlamlarının saptamayı deniyordu. Yöntemin özü, ustaca yönelttiği sorularla karşısındakini düşünmeye sevk etmek ve doğruyu ona adım adım buldurmaktı. SOKRATES’in fikirleri ile doğa bilimleri arasında bir ilişki kurmak olanaksız olmasa bile son derece güçtür. Onun araştırmaları insana dönüktür. Ahlak kavramlarının ve asıl gerçeğin aydınlatılmasına yardımcı görmediği için doğa bilimlerine karşı bile çıkmıştır. Sokrates’in derin etkisi altında, doğaya dönük felsefe karşısında, tek sorunu insan ve onun davranış sorunları olan bir ahlak felsefesi yükselir. Filozoflar artık iki kampa ayrılmıştır: Bir yandan dış dünyayı anlamaya çalışanlar, öbür yanda insanı iç ve dış dünyayla ilişkileri içinde ele alanlar. PLATON’UN AKADEMİSİ Palton etrafına topladığı öğrencileriyle uçun yıllar Akademi’nin başında kaldı, felsefesini özgür bir tartışma ortamı içinde geliştirdi. Akademi ‘de matematiğe büyük önem veriliyordu. Fakat Platon’un ilgileri genişti; matematik yanında evrenin yapısal niteliği de incelenen konular arasındaydı. PLATON’a göre evren, idealar dünyası ve olgular dünyası olmak üzere ikiye ayrılmıştır. İdealar dünyası soyut fikirlerin veya formların barındığı yetkin, sürekli ve değişmeyen asıl gerçekliği oluşturan dünyaydı. Olgular dünyası ise idealar dünyasının üstünkörü bir kopyasıydı. Burada her şey geçici, kusurlu ve aldatıcıydı. Duyularımıza gerçek gibi görünen oğlular aslında birer illüzyondan başka bir şey değildi. Platon’un duyularımıza değil, aklımıza güveni vardı. Yalnız eğitilmiş akıl bizi doğruya idealar dünyasına götürebilirdi. Bu eğitmimin, en etkili aracı matematikti; çünkü matematiksel nesneler, örneğin geometrideki üçgen, daire gibi şekiller soyut kavramlardır; kağıt üstünde çizilen şekillerle değil, soyut kavramlarla düşündüğü içindir ki, gerçeğe ulaşma olanağını elinde tutar. Atomcuların materyalist görüşü, onun anlayışına her yönden aykırı düşmekteydi. PLATON’un doğa felsefesi, politik, moral ve teolojik eğilimleriyle uyumlu ve onlara bağımlıydı. Bu felsefenin en belirgin özelliği, hiç şüphesiz, doğa yasalarının tanrısal ilkelerin buyruğu saymak, böylece astronomide ateizme son vermek olmuştur. Kendisinden önce gelen pek çok kimse gibi platon da, evrenin başlangıçta kendiliğinden var olan bi kaos olduğu kanısındaydı. CUMHURİYET adlı kitabına bir göz atmak, onun el işlerini nasıl küçümsediğini göstermeye yeter. Platon bu tür işleri kölelere bırakıyor, özgür insanlara soyut kavramlarla düşünmeyi uygun görüyordu. Astronomlara gökyüzüne değil, kendi iç dünyalarına, akıllarına bakmalarını öğütlüyordu. Akıl onlara yıldızlı gökyüzünün dünya etrafında çembersel döndüğünü gösterecekti. Çembersel hareket mükemmeldi, çünkü gök cisimlerine yakışan buydu, ona göre. ASTRONOMİNİN KURUMSAL NİTELİK KAZANMASI Platon’un doğa felsefesi temelde mistik ve matematikseldi. Astronomiyi matematiğin bir uzantısı veya dalı gibi görüyordu. Öğrencilerin,yıldızlı göklerin gözlemini bir yana bırakıp geometride olduğu gibi, astronomide de problem çözme yöntemini kullanmalarını öğütlüyordu. Bazıları onun öğrettiği yoldan gitmedi ve sadece gözlem usulünü benimsedi. Bunlardan biri astronominin ilk bilimsel teorilerinin kurcusu Eudoxus’du M.Ö.409-356 EUDOXUS, her basit periyodik hareketi bir çember veya küreyle temsil ediyordu. Bir küre, gökyüzünün görünüşteki günlük dönüşünü, bir başkası aylık ve yıllık dönüşleri gösteriyordu. Bütün bu çember veya küreler ortak merkezli olup, dünyayı merkez alıyordu. Gök cisimlerinin hareketleri ekvatorunda yer aldıkları kürelerin değişmeyen hızla yaptıkları dönüşlerle sağlanıyordu. Başka deyişle Ay’ı, Güneş’i, gezegenleri ve yıldızları küreler taşıyordu. Kürelerin merkezleri ortak olmakla birlikte, çapları ve dönme eksenleri değişikti. Bu değişiklik her kürenin farklı dönüşünün nedeniydi. Küreler fiziksel değil, matematiksel nesnelerdi. Bu yüzden görünmezlerdi. Eudoxus, gök cisimlerinin hareketlerini açıklamak üzere bunlardan yirmi yedi tane varsayıyordu. Biri basit yıldızlara, üçü Ay’a, üçü Güneş’e ve o zaman bilinen beş gezeğenin her birine dört tane ayrılmıştı. Yeni gözlemler yapıldıkça, yeni periyodik dolanmalar ortaya çıktıkça sistemin genişletilmesi gerekiyordu. Aristo kürelerin bu sayısının sonra 36 dan 56 ya çıkarmıştır. ARİSTOTELES Aristoteles (M.Ö.384-322) Makedonyalıydı; on sekiz yaşındayken Atina’ya gelmiş, Platon’un ölümüne kadar akademide matematik ve felsefe öğrenimini sürdürmüştür. Doğa felsefesiyle birlikte mantık, ahlak, politika ve edebiyat eleştirisi gibi daha bir çok konulara el atmış, bazılarının kurucusu olmuştur. Aristotelis’in fiziği ve felsefesi bir bütün oluşturur, ikisini birbirinden ayırmak güçtür. Tüm evreni betimlemeye ve açıklamaya yönelik kapalı ve birleşik bir sistemdir. Yaşadığı dünyanın sorunlarına duyarlı bir düşünürdür. Ele aldığı konular içinde bulunduğu kültür ortamının özelliklerini ve eğilimlerinin yansıtır. EVRENE BAKIŞI Kendinden önce gelen bilginler gibi, tüm evreni kapsayan bir sitem kurmaya yöneliktir. İmgelediği evren hiyerarşik ve tanrısal kuruluşuna karşın aslında mekanik niteliktedir: bir dizi iç içe yuvalanmış kürelerden oluşmakta. Sabit yıldızları taşıyan en dıştaki kürenin hareket kaynağı, tüm evreni çevreleyen ve yöneten “hareketsiz hareket ettirici” bir güç (bir anlamda Tanrı) var. Aynı şekilde Güneş’i, gezegenleri ve Ay’ı taşıyan diğer kürelerin de giderek azalan derecelerde “ hareketsiz hareket ettiricileri” olduğu söylenebilir. Aristoteles’e göre, bunlar ruhsal nitelikte olup, kürelerle olan ilişkileri ruhun bedenle olan ilişkisini andırır. Gök cisimlerini geometrik veya kavramsal nitelikte değil, düpedüz fiziksel olarak yorumlar. Bunlar saf, bozulmayan bir maddeden yapılmış, somut nesnelerdir. Ona göre, gökyüzü nesnelerinin yapıldığı maddeyle yeryüzü nesnelerinin yapıldığı madde apayrı nitelikte şeylerdir. Birinciler yetkin, sonsuza dek kalıcı, değişmez ve bozulmaz;ikinciler tam tersine, geçici, kusurlu ve bozulur cinsten şeyler. Birincilerin hareketleri çembersel ve tek-biçim; ikincilerinki doğrusal ve değişik bizimler gösterir. Bir şey yaratılmışsa er geç bozulmaktan kurtulamaz; kalıcı ise o zaman da bir başlangıç noktası yoktur, daima var olmuş demektir. Evreni hem yaratılmış, hem de kalıcı kılmak Aristoteles için çelişkidir. DEĞİŞEN, KUSURLU VE GEÇİCİ DÜNYAYA GELİNCE, bu Ay küresinin altında, arzı içine alan bölgededir. Ay küresi iki alemi; değişmez, yetkin ve kalıcı alemle, değişen, kusurlu ve geçici alemi birbirinden ayıran sınır çizgisini oluşturur. Tüm olumsuz özellikleriyle üzerinde yaşadığımız dünya,evrenin merkezinde yer almıştır. Gökyüzü cisimleri bozulmayan, saf ve öz bir maddeden yapılmışsa, dünyamız da dört element ( toprak, su, ateş ve onun dışında su, daha sonra hava, en dışta da ateş yer alır. Dünyamız evrenin merkezindedir, çünkü yapısında toprak büyük yer tutmaktadır. Dört element hiyerarşik bir düzene bağlıdır. Ateş en soylusu, toprak en bayağı olandır. Ateşin ve niteliği yönünden ona yakın olan havanın doğal yeri atmosferin üst kesimdir. Toprak ve ona yakın su ise evrenin merkezinde toplanmış, doğal yerleri atmosferin alt kesimidir. GÖKYÜZÜ cisimleri arasında en az yetkin olanı, merkeze en yakın olma durumuyla Ay’dı. En çok yetkin olanı ise merkezden en uzakta olan, en dıştaki küre ile onu hareket sevk eden “ilk hareket ettirici” güç, yani Tanrı’ydı. Gökyüzü cisimleri ateşten değil, “esir” denilen beşinci bir öz maddeden meydana gelmiştir. Parlamaları, dönen kürelerin çok alttaki havanın sürtüşmesine, hava sürtüşmesinin de ışık ve ısının meydana gelmesine yol açmasından kaynaklanır. ARİSTOTELES’İN HAREKETİ AÇIKLAMASI Aristoteles, biçim ve madde ayrımını benimsemişti. Maddeden bağımsız bizimin soyut düşüncenin ürünü olabileceğini ileri sürüyordu. Olgusal dünyada biçim maddeyle ilişkisi halinde var olabilirdi ancak. Ona göre, dünyamızı oluşturan dört element farklı nitelik tiplerine sahipti: Toprak kuru ve soğuk, su ıslak ve soğuk, hava ıslak ve sıcak, ateş kuru ve sıcaktı. Böylece herhangi bir nesnenin bilimsel nedeni, onu ne ise o yapan niteliklerin birleşimidir. Cisimlerin hareketlerini açıklamak Aristoteles fiziğinin özünü oluşturur. Ona göre bir cismin hareketini sürdürmesi, onu harekete geçiren şeyle temasını kopmamasını gerektirir. Çanlıların hareket kaynağını kendi içlerindedir; cansız cisimlerin hareketi için ise dış bir kuvvet veya etkiye ihtiyaç vardır. Bu sonuncuların hareketini Aristoteles öküzle çekilen arabanın hareketine benzetir: Öküz durduğunda ya da arabadan ayrıldığında araba durur. Fırlatılan bir cismin hareketini bir müddet sürdürmesi, havada meydana gelen birtakım sarsıntılardan ileri gelir. Ancak bu sarsıntılar giderek zayıfladığından hareket hızını yitirir, cisim düşmeye başlar. Hareketin havada, daha yoğun ortamlara göre, fazla sürmesi hava titreşimlerinin daha kolay olmasıyla ilgilidir. Evrende her elementin doğal yeri vardır: bu yerden ayrı düştüğünde yeniden ait olduğu yere dönme gereğini duyar ve ona çalışır. Buhar halinde havaya çıkan su, yağmur olup gene yere düşer; oysa, toprağın altına inmiş olan su kaynak halinde torak üstüne çıkma yolunu arar. Böylece su hem ağır hem de hafiftir. Çünkü, ağır olmak düşmek eğilimini, hafif olmak yükselmek eğilimini taşımak demektir. Ateş daima hafiftir, toprak ise daima ağır. Hava da su gibi hem hafif hem ağır olabilir. Bütün elementlerin kendi yörelerinde ağırlıkları vardır. Aristoteles ağır cisimlerin, hafiflerden, daha hızlı düştüğünü iddia etmiştir. Bunu söylerken, havanın direncini göz önünde tutmadığı sanılmasın. O, bunu biliyordu; hatta daha yoğun bir ortamda, örneğin suda, düşme hızının daha az olacağını, ortam inceldikçe hızın artacağını, tam boşlukta hızın sonsuza ulaşacağını söylüyordu. Ancak hızın sonsuza ulaşması saçma olduğundan, doğada boşluk olanaksızdı. Uzay sürekli olarak madde ile doludur. Atomcuların evreni boşlukta dönen atomlardan meydana gelmiş saymaları büyük hatadır, Aristoteles’e göre. ARİSTOTELES’İN BİYOLOJİ ALANINDAKİ ÇALIŞMALARI Aristoteles 540 kadar değişik hayvan türünü sınıflama, en azından 50 değişik türden hayvan üzerinde teşrih (diseksiyon) incelemesi yapmıştır. Sınıflamayı yaparken en başta hayvanların anatomik yapı özelliklerini göz önünde tutuyordu. Bazı gözlem sonuçları oldukça ilginçtir; örneğin, bir memeli ya boynuzludur yada yırtıcı dişlidir. İki özelliği bir arada bulmak olanaksızdır; çünkü, ona göre, doğa israfa gitmez, hayvan kendini ya boynuzuyla ya da dişiyle savunur. Böylece doğanını bir yerde harcadığını başka bir yerde tutuma giderek dengelendiğini söyler Aristoteles. Aristoteles, organik formları gelişimiyle de ilgili gözlemlerde bulundu. Yavrunun doğuş anında erişmiş olduğu gelişim düzeyi, onun sınıflama sisteminde önemli bir ölçüt işlevi görür. Örneğin, yavrusu canlı doğan balina, ona göre, bu özelliğiyle yumurtlayan balıklara değil, memelilere daha yakındır. Gene, doğuran dört ayaklı hayvanların postlu, yumurtlayan dört ayaklıların kabuklu olduklarına dikkati zeker. Yavrunun meydana gelmesinde ana ve babanın katkıları da değişiktir: Ana, yavruyu oluşturan hammaddeyi, baba o maddenin aldığı formu sağlar. Anayı keresteye, babayı onu işleyen marangoza benzetir Aristoteles. Aristoteles’in bir görüşü, bitkiden insana kadar tüm canlıların sürekli ve hiyerarşik bir evrim skalasında yer aldığını ileri sürmesidir. Skalanın en üst kesiminde yumuşak sıcak kanlı memeliler, en alt kesiminde sert soğuk bitkiler yer alıyordu. Bitkiler yalnız büyür ve çoğalır, hem de yer değiştirme ve duyu yetilerin kullanma olanağına sahiptir. Aristoteles’e göre, bir organizmanın yaşama alışkanlıkları ve işlevleri, anatomik yapısı ve gelişme derecesi ruhunun niteliğine bağlıdır. Bitkiler büyüme ve çoğalmalarına elveren bitkisel ruhları; hayvanların ise, devinme ve duyma yeteneklerini de sağlayan duyarlı ruhları vardır. İnsana gelince, o bitkisel ve duyarlı ruhlar dışında, ona asıl özelliğini veren ussal ruh da taşımaktadır |
|
syl@r
Süper Üye Kayıt Tarihi: 02-Mayıs-2007 Konum: Kirikkale Aktif Durum: Aktif Değil Gönderilenler: 148 |
Alıntı Cevapla Gönderim Zamanı: 30-Temmuz-2007 Saat 14:15 |
Mezopotamyalıların Biyoloji ve Coğrafya Bilgileri
Mezopotamyalıların hayvan türleri hakkında önemli miktarda bilgi topladıklarını tahmin etmekteyiz. Babil döneminde -eğer daha önce değilse- sistematik bir sınıflandırma yapmayı deneyerek, değişik türden hayvanlar arasındaki karışıklığa bi düzen getirmeye çalışmışlardı. MÖ 1910 Fırat üzerinde yer alan Larsa’ da ki balık pazarında otuz kadar değişik tür balık satıldığı bilinmektedir. Elimizdeki çivi yazılı tabletlerde yüzlerce çeşit hayvanın Sümerce ve Akadca isimlerin veren listeler mevcuttur. Başka tabletlerde ise 250’den fazla değişik bitki hakkında ayrıntılı bilgi verilmektedir ve sınıflandırma yapılmaktadır. Hayvanlar balıklara ve suda yaşayan diğer hayvanlara ayrıldığı gibi, yılanlar, kuşlar ve dört ayaklı hayvanlar arasında da bir tasnif yapılmıştır. Büyük guruplar ayrıntılı incelenmiş: bir alt grup içinde köpek, sırtlan ve arslan, bir diğerinde ise deve, at ve eşek bulunmaktadır. Bitkiler de, ağaçla, tahıllar, otla, baharatlar, ve tıbbi bitkiler olarak sınıflandırılmış, meyveleri birbirine benzeyen elma ve incir gibi ağaçları da aynı sınıfta toplamışlardır. Ticaret, Ölçüler ve Tartılar Ticaret ve alışveriş, resmi para sistemi olmaksızın yürütülmekteydi. Değerli metal parçaları takasla ve yüksek kazanç getiren tefecilikle yürütülmektedir. Sümerler çok erken dönemlerden itibaren ölçü ve tartı sistemi kurmuşlardı. Uzunluk ölçü birimlerinin tespitinde eller ve el ayaları, parmaklar ve ayaklar kullanılmıştır. Mısırlılar, iki çeşit arış (cubit) kullanmaktaydı. Birisi yedi ‘aya’lık kraliyet arışı, diğeri ise altı ‘aya’lık kısa arış idi. Sümerlerde 495 milimetrelik tek bir arış vardı ve uzunluğu, Mısır’da kullanılan iki farklı arışın uzunlukları arasında yer almaktaydı. Tartma işlemi ilk defa ticaretle değil, altın tozu miktarını ölçmek için kullanılmıştır. Ağırlık ölçme temel birimi (şekel) idi. Şekel, Sümer ülkesinde 8,36 grama (129 tahıl tanesine) eş değerdir. Şekel’ den daha büyük bir birim 502 gram gelen (mina) idi; şekel’ den 60 kat daha ağırdı. Sümer ülkesinde hacim ölçüsü birimi 541 cm³ lük log idi. Mezopotamya'da Astronomi Yer bir çeşit ters önmüş saz kayak şeklindeydi ve kıyıları tuzlu denize uzanmaktaydı. Üzerinde, hiçbir zaman erişilemeyen büyük bir kubbe olan gökyüzü yer almaktaydı. Gılgamış destanında tüm gök kubbe, her biri bir değerli taştan yapılmış üç ayrı tabakadan oluşmuştur. Bu üç tabaka: tanrıların bulunduğu dağlar, insanların yaşadığı düz ve alçak araziler, ölülerin yer arlığı toprak altı. Yağmurun gökte depolandığı ve gökyüzündeki delikle açıldığında aşağıya bırakıldığı fikri de İncil’ de yer almaktadır. Güneş ise gündüzleri gökyüzünde hareket eder, geceleri ise yer’in alt kısmına geçerdi. Ay’ın hareketleri de böyleydi. Ay’ın evrelerine gelince, evreler ile Güneş’in konumu arasında ilişki kurmuş ve böylece, Ay’ın parlaklığını Güneş ışığının yansımasında ibaret olduğunu anlamışlardı. Mezopotamyalılar yıldızları takım yıldızlar halinde düzenlemişler ve onlara, mevsimlere göre değişik görüntüler yakıştırmışlardı. Ayrıca gezegenlerin hareketlerini ayrıntılı olarak incelemiş ve gezegen görüngelerinin ekliptiğin( Güneş’in mevsime göre değişen görünür yörüngesi) yakınından geçtiğini gözlemlemişlerdi. Gezegenler üzerinde ki bu çalışma, ileride önemli sonuçlar doğuracaktı. Geceleri en parlak yıldız olan Jüpiter, akşamları ve sabahları erken görünen Venüs çok ilgilerini çekmiştir. Akan yıldızlar ve kuyruklu yıldızlar gibi diğer gökyüzü olayları yanında Güneş ve Ay tutulmaları da gözlemlenip kaydedilmekteydi. Gözlemler çoğu kez zigguratın tepesinde yapılmaktaydı. Sümerlerde senenin 360 gün olduğunu düşünmüşlerdi: günü gündüz için 3, gece için 3 olmak üzere 6 kısma bölmüşler, yani günü 4 saatlik parçalara ayırmışlardı. Gündüz ve gece uzunluklarının mevsimlere göre farklılık göstermesi yüzünden eşitsizlik olmuş ve bunu da günü 30 giş’lik birbirine eşit 12 kısma ayırdılar. Ay takvimi ise Ay’ın evrelerine bağlı olarak 30 veya 29 günlük ayların düzenli olarak peş peşe sıralanmasından oluşmaktaydı. Bu takvimde ki 12 ay, toplam olarak 354 gün etmekteydi. Ay takvimi ile mevsimler arasındaki uyumu sağlamak için, ihtiyaç duyulduğunda araya fazladan bir ay eklenmekteydi. Keltler de gezegenlerin gelecekteki hareketleri hakkında kehanette bulunabilmek veya bunları “önceden haber verebilmek” için bunların geçmişteki hareketlerini veren ayrıntılı cetveller düzenlemişlerdir. Metotları, hareketin zamanla değişmesine dayanarak, gezegenlerin yolunu nasıl işaretlediğini gösterin bir diyagram ile kolayca anlaşılır. Güneş’in hareketlerini önceden belirleme yolundaki ilk teşebbüsleri, Güneş’in iki farklı hızda hareket ettiği(kışın hızlı, yazın daha yavaş) varsayımına dayanmaktadır. ESKİ YUNAN’DA BİLİM Yunanlıların kökeni, Ege kıyılarına gelip yerleşmeleri hakkında fazla bilgimiz yoktur. M .Ö. 1000 yıllar etrafında Ege Denizi kıyılarında varlıkları hissedilmeye başlanıyor. İlkel bir kültüre sahip savaşçı bazı kabilelerden oluştukları söylenebilir. Enerjik, yaşama sevinci taşıyan, öğrenme ve anlama isteği ile dolu bir topluluktu. Dünyayı irili ufaklı bir sürü doğaüstü kuvvetlerin yönettiğini sanıyorlardı. İlk ortaya koydukları efsaneler son derece güzel masallardan ibaretti. Daha sonra M.Ö. 7.yy da Küçük Asya, Yunanistan, Güney İtalya ve Sicilya’da kurdukları kentlere yerleştikleri, çok geçmeden zengin bir edebiyat oluşturdukları görülmektedir. eski yunan zırhları İlk kez Yunan uygarlığında doğayı katıksız bir bilgi tutkusu ile anlamak isteyen kişilere rastlarız. Bu kişilerin uğraşıları faydaya yönelik değildi; düşünceleri gözlemle sınırlı kalmak şöyle dursun, gözleme çoğu kez ters düşen atılımlarla yüklüydü. Onlar doğayı denetim altına almak değil, düpedüz anlamak istiyorlardı. Yunanlar soyut düşünceden hoşlanıyor, pratik problemlere çözüm arama yerine, doğa felsefesi yapmayı yeğliyorlardı. Bu gelişme, modern bilimin başlangıcında olduğu gibi, kişilerin özel çalışmalarına dayanmıştır. THALES VE ONU İZLEYENLER Yunan bilimi, Küçük Asya’nın batı kıyısı iyonya’da doğdu. Hakkında bilgi sahibi olduğumuz tek bilgin Thales’tir. Thales ‘le başlayan düşünce geleneği bugün bile kaybolmuş değildir. Bu gelenek, mitolojik düşünceden rasyonel düşünceye geçişi simgeler. Thales düşüncelerini öğrencileri yoluyla yaydı; yazılı bir metin bırakmadı. Matematik, astronomi e doğa felsefesi ile uğraşan büyük bir bilgeydi. M.Ö.585 de meydana gelen Güneş tutulmasını daha önce haber verecek kadar astronomide bilgi sahibi olduğu söylentisi vardır. Matematiksel yoldan gemilerin kıyıdan uzaklığını hesaplayabiliyorlardı. Mısır gezisinden geometri öğrenerek döndüğü, birkaç teoremi ( örneğin, bir ikizkenar üçgenin taban açılarının birbirine eşit olduğu teoremini ) bulduğu söylenir. Daha önemlisi, bilimsel nitelikte ilk görüşü, evrenin sudan meydana geldiği hipotezini ortaya atmasıdır. Thales ‘e göre, evreni anlamak, onun yapısal niteliği ( physis)’ni anlamayı gerektir; bu ise maddeden başka bir şey değildir . böylece Thales, materyalist felsefeyi başlatmış oluyordu. Doğa felsefesinin temel sorunlarından biri “varoluş” ve “yokoluş” sorunuydu. Bu sorunda değişme, meydana gelme, bozulma, yaşam, ölüm ve hareket gibi süreçlere ilişkin anlamlar yer alıyordu. Thales geleneğinin, üzerinde yaşadığımız Dünya ile gökyüzünde hareketlerini izlediğimiz cisimler arasındaki ilişkiyi açıklama çabası, bir yanda uzay kavramının doğmasına , öte yanda daha önce büyü ve astrolojiye konu olan astronomi düşüncesinin bilim olarak ortaya çıkmasına yol açmıştır. Thales’in bize çocukça gelen görüşleri de vardır: - Dünya’yı bir tahta parçası gibi suda yüzen düz bir tepsi sayıyordu. Ancak önemli olan söylediklerinin doğru ya da yanlış olmasından çok, bu tür konular üzerinde durmasıydı. Evrenin doğal sayılması ve doğada olup bitenlerin doğaüstü mitolojik güçlere başvurmaksızın anlaşılabilir olması varsayımı, Thales’le başlayan geleneğin düşüncemize kazandırdığı en büyük katkıdır. Evrendeki tüm nesneleri tek bir maddeye indirgemesi; böylece evrende olup bitenleri evrensel bir ilkeye bağlayarak açıklama yolunu açmıştır |
|
syl@r
Süper Üye Kayıt Tarihi: 02-Mayıs-2007 Konum: Kirikkale Aktif Durum: Aktif Değil Gönderilenler: 148 |
Alıntı Cevapla Gönderim Zamanı: 30-Temmuz-2007 Saat 14:13 |
Eski Mısır’ da Matematik
Eski Mısır astronomisi esas itibariyle zaman ölçümüyle ilgilendiği gibi, eski Mısır matematiği de aritmetik, özellikle uygulamalı aritmetikle sınırlıydı. Matematikte ve geometride genel bir teori bulunmuyordu. İlgi, yalnızca sayma, toplama, çıkarma, çarpma ve bölme işlemleri üzerinde yoğunlaşmıştı ve yönetimde görevli katiplerin karşılaştıkları cinsten problemler için uyarlanmıştı. Temelde iki sayı ile çarpım cetvellerine, herhangi bir sayının üçte ikisini bulma becerisine dayanmaktaydı. Sayılar için değişik semboller vardı, bizdeki gibi bir çizgi boyunca sıralanmış değildi. Fakat onlarda bizim gibi on tabanlı sayma sistemini kullanıyorlardı. Mesela: çıkarma işlemi için “9’dan 5’i çıkarmak” yerine “5’e ne eklesek 9 eder” şeklindeydi. Çarpma işlemi için yalnızca iki ile çarpım cetveline ihtiyaç vardı. Böylece, 8’i 7 ile çarpmak için katip şöyle yazmalıydı: 1 8 2 16 4 32 7 56 Çarpma işlemi, 10’un katları ve 1/10 ile de yapılmaktadır. 1/21 veya 1/17 gibi sayıları birbirleriyle çarpmak içinde kurallar vardır. Kesirlerin toplanmasına gelince onları içinde hazır cetveller hazırlamışlardır. 2/3 kesri hariç, her zaman ve yalnızca birim kesirleri(1/2, 1/3, 1/4, 1/5) gibi kullanmışlardır. Bölme işlemi, çıkarma işlemine benzer şekilde yapılmakta ve sonuca ulaşmak için iki ile çarpım cetvelleri kullanılmaktadır. Yani her zaman işlemlerde kolaylık sağlayacak hazır cetveller bulunmaktadır. Geometriye gelince, ulaşılmak istenen sonuçlar tamamıyla pratik sonuçlardı arazi ölçümü (yer ölçüm, mesaha) yapan memurlar, araziyi paylaştırmak ve dik açılar ölçmek istedikleri zaman “3-4-5 kuralı”nı kullanırlardı: kenarları 3,4,5 birim olan ve ipten yapılmış bir üçgen vasıtasıyla bir dik açı çizerlerdi. Bu , Pithagoras teoreminin özel şıkkıydı. Genel teorem Mısır’da bilinmemekteydi. Bazı yapılar inşa etmek için, Mısırlıların pi değerini, yani bir dairenin çapına oranını bilmeleri gerektiği ileri sürülmüştür. Ancak pratik amaçlar söz konusu olduğunda bu değer, yerde yuvarlanan bir diskin bıraktığı iz uzunluğunun ölçülmesiyle elde edilebilirdi ve Mısırlıların bu matematik oranı hesaplamış olduklarına dair delil bulunmamaktadır. Eski Mısır’da Tıp Mısırlılar mahir cerrah oldukları gibi, Mısırlı dişçiler de apseleri akıtıp boşaltmaktaydılar. Diş için altın dolgular hali vakti yerinde olan insanlara yapılmaktadır ve bütün bunlar 3. sülale zamanında yapılmaktadır. Tenhit işlemini uygulayan Mısırlılar, bu uygulama sayesinde insan anatomisi hakkında muhtemelen önemli miktarda bilgi toplamışlardı. Cesedin bütün kısımlarını bozulmadan saklama, ölümden sonra hayat olduğuna inanan bir toplum için ciddi bir işti. Başlangıçta, en gelişmiş tahnit yöntemleri hanedana mensup kişilere uygulanmaktaydı ve bir miktar cerrahi operasyon içermektedir. Şöyle ki: beyin, bağırsaklar ve diğer yaşamsal organlar çıkarılıp alınmakta, bunlar şarap içinde yıkandıktan sonra otlarla birlikte kaymaktaşında yapılmış küplere yerleştirilmekteydi. Ceset oyuklar, güzel kokular, hoş kokulu reçineler ile doldurulmakta ve ceset dikilmekteydi. Bu işlemi takiben, ceset güherçile içine daldırılarak yetmiş gün burada bırakılmakta ve sonra yıkanarak, bir cins zamklı malzemeye batırılmış sargılar ile sarılmaktaydı. Nihayet, ceset lahid içine yerleştirilmekte ve mühürlenmekteydi. Çok daha basit bir metot, cesede sedir yağı şırınga edilir, yetmiş gün güherçile içinde bıraktıktan sonra çözeltiden çıkarıp sadece deri ve kemikler kalacak şekilde yağı ve etli parçaları çekip almaktı. İlk iki yöntemi uygulayan tahnitçiler, insan vücudunu ve kısımların çok iyi öğrendikleri gibi, cerrahi deneyim yanında önemli miktarda anatomi bilgisi de elde etmişlerdi. |
|
syl@r
Süper Üye Kayıt Tarihi: 02-Mayıs-2007 Konum: Kirikkale Aktif Durum: Aktif Değil Gönderilenler: 148 |
Alıntı Cevapla Gönderim Zamanı: 30-Temmuz-2007 Saat 14:13 |
Bilim tarihi, bilimsel bilginin gelişim sürecini inceleyen bir araştırma etkinliğidir ve tarihi bilgilerden yararlanarak bilimsel kuramların çeşitli dönemlerde doğuşu ve yayılışını, bilginlerin düşünce biçimlerini ve toplumsal kurumların gelişim sürecini etkilerini, felsefe, din ve sanat gibi diğer düşünsel etkinliklerle karşılıklı ilişkilerini, teknik bilginin oluşumundaki yerini, bireylerin günlük yaşamlarındaki değerlerini ve önemini sorgulayarak bilimsel etkinliği bütün yönleriyle tanımaya ve tanıtmaya çalışır. Bu nedenle bilim tarihi matematik, astronomi ve fizik gibi belli bir bilimin gelişimini aydınlatmayı amaçlar; ancak bunu yaparken elbette tek tek bilimlerin tarihinden yararlanma yoluna gider.
Bilim tarihi, bilim adamlarının yaratıcı olması için ne gibi niteliklere sahip olması gerektiğini de inceler. Bu son derece önemli bir husustur. Bilimsel bilgileri öğrenmiş olmanın tek başına fazla bir anlamı yoktur; bir bilim adamının, eleştiri gücüne sahip olması gerekir. Bilimsel araştırma etkinliği olarak bilim tarihi, bilimin günlük yaşamı büyük ölçüde etkilediğini 19. yüzyılın ilk yarısında ortaya çıkarmıştır. Bilim Kaynakları Bilim, büyük bir entelektüel maceralardır. Bilim yapmak için, gözlemler neticesi elde edilen delillere dayalı, sıkı bir disiplin ile şekillenmiş canlı ve yaratıcı bir hayal gücü gerekir. Doğaya bilim yoluyla meydan okuyabilecek kadar gelişmiş her medeniyette, bilim en iyi beyinleri kendisine çekmiştir. Çünkü bilim, her ne kadar gerekli olsa da, gerçekleri basit olarak bir araya getirmek değildir; bilim, bu gerçekler arasında kurulan mantık ilişkilerinden meydana gelen ve bir varsayım veya bir teori ortaya koymaya imkan veren bir sistemidir. Bu teori, formüle edilmiş dönemin genel bakış acısıyla yoğrulmuştur. Teori, mantıklı düşünmeye alışkın beyinleri cezp edecek kadar sağlam, ileride ortaya çıkacak deliller ışığında gelişme ve düzeltmelere yer verecek kadar da açık olmalıdır. Eğer bu değişmeler, gittikçe daha karmaşık tecrübeler tarafından meydana getiriliyorsa; bilim, büyüyen ekonomik sebepler meydana getiriyorsa, bilim tarihi, genel tarihin bütün dalgalanmalarıyla ilgilenmek zorunda kalır. BİLİMİN İLK ZAMANLARI Bilimin alevi ilk defa on bin yıl öne, belki daha evvel, Orta Doğu’da parladı. Bilim, her ne kadar insanını bilgi özellikle, günlük yaşamını faydalı bilgileri toplamaya başlamasıyla doğmuş olsa da, doğuşundaki tek sebep bu değildi. Bitkilerin özellikleri kaydedildi. Bu bitkilerin arasında ilaç veya gıda olarak kullanılmayan, fakat yalnızca merak duyulduğu için tanımlanan bitkiler de bulunmaktaydı. Hayvanlar yakalandı ve sınıflandırıldı. Bu sınıflandırmaya ehlileştirilemeyen hayvanlar da dahil edildi. İhtiyaçlar da, zamanla ek bilgiler getirdi;ağır yüklerin nasıl kaldırılacağı bulundu; makaraları, palangalar ve tekerlek icat edildi, tarım teknikleri geliştirildi, hayvan derileri tabaklandı, dokuma icat edildi, çanak çömlek yapıldı ve bazı maddeler eritildi. Ara sıra zekice buluşlar da ortaya çıktı: manyok bitkisinin Orta Amerika’da ilk kullanılışı, bu buluşların dikkat çekici bir örneğidir. Bu bitki un, ekmek,tapyoka (nişasta), çamaşır kolası ve bir cins alkollü içki yapımında kullanılan toprakaltı yumruları için yetiştirilmekteydi. Ancak bu yumrular, doğal haldeyken zehirliydi. Bir cins siyanür olan bu zehir, yumruları rendeleme, sıkma ve ısıtma işlemleri sonunda atılmaktaydı. Orta Amerika yerileri bu durumu nasıl keşfetmişlerdi? Yumruların zehirli olduklarını fark etmek zor olması gerekti, fakat zehrin atılması ve kalan kısmın sadece yenebilir değil, aynı zamanda temel gıdı olarak kullanılabilir olduğunun anlaşılması, araştırıcı mantığın varlığın göstermektedir. Bu araştırıcı mantık, önceleri maddelerin birbirleriyle ilişkilerinde , sonda da daha genel fikirler ve teoriler arasında kuruldu. Tarih öncesi dönemde insanoğlu, bitkisel ilaçların nasıl kullanıldığını keşfetti ve pek ilkel olan ilaç listesine, ara sıra başka maddeleri de ekledi. Ayrıca hayvanlar ilk defa MÖ 7000 civarında ehlileştirilmiş. Hayvanların üremeleri, hastalıklar,bunların tedavisi, kırık bacağı yerleştirme ve benzeri teknikler konusunda bilgi sahibiydi. Ebelik hizmeti de en eski tıp hizmetlerinden biriydi ve her ne kadar dini usul ve törenlerle ilişkili olsa da, tıpla ilgili en eski mesleklerden bir olmalıydı. İlk hekimler , bitkisel ve hayvansal ilaçları kullanırdı. Ancak hizmeti bulunla sınırlı değildi. Hastasını ziyaret eden kötü ruhları kaçırmak için büyü yapar ve kehanette bulunurdu. Geleceği görmek için çeşitli kehanet şekilleri vardı. Bunlardan birisi de, hayvana kuvvetli bir karışım verip hayvanın yaşayıp yaşamadığına bakmaktı. Böylece, iyi ruhların hekimin saflarında olup olmadığı, hekimin yaptığı büyünün başarılı olup olmayacağı veya kullandığı otları değiştirmenin gerekip gerekmeyeceği anlaşılırdı. İlkel tedavi yöntemlerinin en şaşırtıcılarından birsi, “trepanasyon” adı verilen cerrahi uygulamadır. Kafatasına delik açma işlemi olan trepanasyonun niçin yapıldığı konusunda ancak tahmin yürütebiliriz; bu uygulama, belki çarpma neticesinde oluşan basıncı hafifletmek, beklide kötü ruhları kovmak için yapılmaktaydı. Kemiğin taş ile delinmesi uzun ve acılı bir işlem olduğundan hastaya muhtemelen bir cins bitkisel uyuşturucu veya yüksek dozda alkol verilirdir. Sayıların çok çeşitli şeylere uygulanabileceği çok erken dönemlerden itibarın fark edilmiş olmalıydı. İnsan bir birey idi, “bir”; bir ağzı, bir burnu , bir başı ve bir vücudu vardı. Aynı zamanda iki gözü, iki kulağı, iki kolu, iki bacağı vardı, iki çeşit cinsiyet vardı ve bu bir “iki”likti. Sıcak ve soğuk, kuru ve ıslak, karanlık ve aydınlık gibi özellikler vardı. Aile, erkek, eş ve bir çocuk “üç”lü birlik oluştururdu. Üç ayaklı tabure de, “üç”lü meydana getirdi. Baş parmak ve diğer dört parmak ile elimiz “bir” idi,”tek” idi (el, başparmak). Fakat, başparmak ve dışındaki parmaklar “dört” taneydi, “bir”lerden meydana gelen dörtlüydü; başparmak ve parmaklar beraberce “beş” yani “ dört” ve “bir” ediyordu. Böylece aritmetiğin temelleri atıldı. Bütün bunlar kulağa hoş gelmektedir ana sadece tahmine dayanmaktadır. Mezopotamya’da erken dönemlerden itibaren açılar ölçülmüş ve MÖ ikinci binde Stonehenge inşa edilirken açılar kullanılmış olmakla birlikte, insanının açıları ilk defa ne zaman ölçtüğü bilinmemektedir. Ay’ın yıldızların konumları, tarih öncesi insanı için çok önemliydi ve bu konumları tespit etmek açıları ölçmek demekti, ayrıca geceleri gökyüzünü seyretmiş ve bunu hem merakla hem de biraz korkarak yapmış olmalıydılar. Ayın hareketleri de çok ilgi çekiciydi. Ay, yıldızları gibi yalnızca doğup batmıyordu; önceleri ince bir hilal iken daha sonra büyümekte; gökyüzünde bir küre şeklini almakta ve tekrar küçülmekteydi. Diğer taraftan, evresi 29,5 günden fazla sürmediği için, mükemmel bir zaman göstergesiydi. Nitekim, ilk takvimlerin hepsi Ay”ın hareketinin esas almıştı. Yıldızları hayvanlara, kahramanlar veya tanrılar benzeyen kümeler halinde toplamak. Bunlardan başka, gökyüzünde zaman zaman beliren yıldızlar da vardı ki, bugün bunlar gezegen veya planet (planet kelimesi Yunanca “gezgin” anlamındaki bir kelimeden türemiştir) olarak bilinmektedir. Gezegenlerin görünürdeki bu düzensiz hareketleri, tarih öncesi astronomları için muhtemelen merak kaynağı olmuştu; bu hareketler, daha sonraları bilimsel araştırmaları kamçılayan kuvvetli bir faktör olacaktı. ESKİ MISIR’ DA BİLİM MÖ 4000ile 3000 yılları arasında Neolitik yani Cilalı Taş Devri kültürü Mezopotamya ( bugünkü Batı ve Güneybatı Irak) ve Mısır’a tamamen yerleşmişti. İlk düzenli şehir ve devletler bu bölgelerde kuruldu. Mısır kuzeyde deniz, diğer sınırlarında çöl ile çevrelenmiş bir adaya benziyor ve tam anlamıyla dışarıya kapalı ve içe dönüktü. O yüzden bilimle uğraşmışlardır. Eski Mısır’da Astronomi Gökyüzü, eski Mısır’ın rahip-astronomlar için pratik faydası olan bir araçtı: zamanı tayin etmek için gökyüzüne başvururlardı. Güneşin gökyüzündeki yıl boyu süren hareketini belirlemede takım yıldızlar kullanılırdı. Mısırlılar son derece yeterli bir takvim icat etmişlerdi. Bu takvim astronomi bakımından fazla gelişmemiş olsa bile, eskiçağların en ileri resmi takvimiydi. |
|
syl@r
Süper Üye Kayıt Tarihi: 02-Mayıs-2007 Konum: Kirikkale Aktif Durum: Aktif Değil Gönderilenler: 148 |
Alıntı Cevapla Gönderim Zamanı: 30-Temmuz-2007 Saat 14:12 |
BİLİM NEDİR?
Kökleri çok gerilere uzanmakla birlikte, bugün “ bilim “ diye nitelediğimiz bilgi ve düşünme türü uygarlığımızın oldukça yeni sayılan bir ürünüdür. Tarih öncesi çağlarda felsefe, din, efsane gibi ruhsal; el sanatları gibi pratik yaşam ihtiyaçlarına yönelik uğraşılar dışında, gözleme dayalı kavramsal düşünme demek olan bir bilimden söz etmek zordur. Ve şu gerçektir ki bu tür uğraşları dayandı bilgi, teknik ve kavramların sonraki çağlarda daha belirginleşen bir bilimsel kavram ve işlemlere kaynaklık ettiği de inkar edilemez. Denilebilir ki, bilimsel düşünme ve bulma çabasının kökeninde biri yaşamı güvenilir ve rahat kılma, diğeri dünyayı anlama gibi iki temel ihtiyaç yatmaktadır. Bu ihtiyaçlardan ilki, insanlığın uzun tarihinde kuşakta kuşağa bırakılan çeşitli yaşantı ve beceri biçimlerini kapsayan bir teknik geleneği, ikincisi insanoğlunun duygu, inanç ve düşüncelerini içinde toplayan bir kültürel geleneği oluşturmuştur. İki gelenek başlangıçta ve uzun süre, çoğu kez ayrı ellerde, birbirine yabancı kalmış, yeterince karşılıklı etkileşim olanağı bulamamıştır. Eski yunan uygarlığının parlak dönemlerinde bile bir yandan uğraşları el becerilerine, basit tekniklere dayanan zanaatçıların, öte yanda duygu, inanç ve düşünce dünyasını oluşturan şair, politikacı ve filozofların yer aldığını görüyoruz. Ayrılık ortaçağ boyunca kendini sürdürmüş, ancak yeniçağın başlarında ortadan kakmaya yüz tutmuştur. İki geleneğin birleşim ve karşılıklı etkileşim koşulları gerçekleştikten sonradır ki ancak, modern anlamda bilimin ortaya çıkmasına tanık olmaktayız. İnsanın doğaya egemen olma istek ve çabası tarihi kadar eskidir. Fakat doğayı anlama ihtiyacı da o kadar gerilere gider. Modern bilimin doğuşu bu iki isteğin birleşmesini beklemiştir. Bununla birlikte, ilkel insan yaşamında bile bu iki isteğin tümüyle ayrı olduğunu söylemek güçtür. Çünkü, ilkel insan doğa ile ilişkisinde basit teknik becerilerini kullandığı kadar, büyü türünden birtakım akıl dışı yolarak başvurmaktan da geri kalmamıştır. Büyünün amacı da teknoloji gibi doğayı etkilemektir: ölmekte olan hastaları iyileştirmek, beklenen doğal felaketleri önlemek, düşmanların yok olmasını sağlamak….Hatta aynı amacı, dünyanın var oluşu ve düzeni ile ilgili çeşitli kültürlerde yer yer sürüp gelen efsane türünden masal veya öykülerde de bulmaktayız. Güneş’in Ay’ın ve yıldızların yaratılış ve var oluş nedeni, insanoğlunun yaşam ve ölüm karşısında duyduğu korkuyu giderme, aradığı güveni ve rahatı sağlama olara tasavvur edilmiştir. Gerçi büyüde bile doğanın isteğe göre değişmediği, bazı yasalara boyun eğmek gerektiği düşüncesi üstü örtük de olsa vardır. Ateşin daima yaktığı, suyun ıslattığı, günesin parlak olduğu, hava bulutlu olmadıkça yağmurun yağmadı, yazların sıcak, kışların soğuk gittiği gerçeğinden ilkel insan da kendini çoğu kez kurtaramayacağını bilirdi. Ne var ki, büyü ve efsane doğrudan bilime yol açmamıştır. Bilin doğuşu için doğayı denetim almaya yönelik katı bir faydacılık dışında, yarar amacı gütmeyen, katıksız bir anlama ve bilme tutkusuna da ihtiyaç vardır. Böyle bir tecessüsün belirmesine ve etkinlik kazanmasına ilkel insan yaşamı pek elverişli olmamştır. |
|
Yanıt Yaz | Sayfa <12 |
Forum Atla | Forum İzinleri Kapalı Foruma Yeni Konu Gönderme Kapalı Forumdaki Konulara Cevap Yazma Kapalı Forumda Cevapları Silme Kapalı Forumdaki Cevapları Düzenleme Kapalı Forumda Anket Açma Kapalı Forumda Anketlerde Oy Kullanma |