Küreselleşme Nedir? |
Yanıt Yaz |
Yazar | |
By_Beyin
Moderatör Kayıt Tarihi: 08-Ocak-2007 Konum: İstanbul Aktif Durum: Aktif Değil Gönderilenler: 388 |
Alıntı Cevapla
Konu: Küreselleşme Nedir? Gönderim Zamanı: 27-Nisan-2011 Saat 10:22 |
Küreselleşme özünde nedir?
Neredeyse her şey, Berlin Duvarı’nın yıkılışı ile Sovyetler Birliği’nin çöküşünün arkasından, şaşkınlıkla politik sersemleşmenin bir arada olduğu bir ortamda başladı. Doğu Avrupa’da onlarca yıl sürmüş bir devletçiliğin sonuçları kafaları karıştırmıştı. Özgürlüksüz ve piyasa ekonomisinden uzak bir sistem, adaletsizlikleriyle beraber trajik bir aptallık içinde görünüyordu. Belli bir ölçüde, sosyalist düşüncenin yanı sıra, geleceği mutlak olarak planlama iddiasındaki bir ilerleme örneği de göçüp gitmişti. Buna karşılık, komünist sistemin iflası ile sosyalizmin çatlaması, asıl besini antikomünizm olan geleneksel sağ’ın ideolojik parçalanmasına yol açarken, ”yeni liberalizm” i, Doğu-Batı çatışmasında zafer kazanmış tek ideoloji olarak ilan edip tahta oturttu. Dinamiği XX. yüzyılın başlarından beri dizginlenmiş bu yeni görüş, başlıca hasımlarının ortadan çekildiği bir ortamda, daha da artmış bir enerjiyle, dünya çapında açılıp serpilebilirdi artık. Düşünde de şu vardı: Kendi ütopyası olan dünya görüşünü, tek bir fikir olarak bütün bir yerküreye dayatmak! Akıl hocaları ”Küreselleşme” , işte bu dünyayı ele geçirme girişiminin adıdır: Sermaye akışının mutlak özgürlüğü, gümrük engelleri ile kısıtlamaların ortadan kaldırılması, ticaret ve serbest mübadelenin yoğunlaştırılması yoluyla, bütün ülkelerin ekonomilerinin gitgide daha sıkı biçimde birbirlerine bağlanmalarını öğütlemektedir ve akıl hocaları da Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu, İktisadi İşbirliği ve Gelişme Örgütü ile Dünya Ticaret Örgütü’dür. Yeni liberalizmin böylesine boy atmasına, en gelişmiş ülkelerde bile, parlamentolardan başlayarak kamu yaşamında rol oynayanların göze çarpar gerileyişi eşlik etmektedir; onlara, çevrenin yağmalanışını, eşitsizliklerin ayyuka çıkışı ile kitlesel yoksullaşmanın ve işsizliğin geri gelişini de katmalı. Bütün bunlar, modern devleti ve yurttaşlığı da yadsıyan olumsuzluklardır. Enformatik devrim, çağdaş toplumu çatlatmıştır. Rekabet mantığı Gelişmeler sadece bunlardan ibaret de değil: Rekabet mantığı, toplumun doğal emredici kuralı sırasına çıkarılmıştır. Bu mantık, ”birlikte yaşama” nın, nimetlerden ”ortaklaşa yararlanma” nın anlamını yok etmeye götürüyor; üretimden sağlanan kazançların dağılımı sermayenin yararına ve emeğin zararına işlerken, dayanışmanın pahası takatın üstünde görülerek sosyal devletin yapısı çökertilmiştir.Bütün bunların sonucu da şudur: Eşitsizlikler derinleşiyor. Yoksulluk Dünyanın en zengin ülkesi olan Birleşik Devletler’de 60 milyondan fazla yoksul var; önde gelen bir ticaret gücü olan Avrupa Birliği’nde 50 milyondan fazla. Birleşik Devletler’de nüfusun yüzde biri, ülke zenginliğinin yüzde 39′una sahip. Ve dünya çapında bir gerçektir, dolar milyarderi en zengin 358 kişinin serveti en yoksul insanların yüzde 45′inin yıllık gelirinden fazladır ki, o yoksullar da 2.6 milyarlık bir kitledir yeryüzünde… Çoğu yurttaş, böylesi bir ortamda, geleceği nasıl düşünmeleri gerektiğini kendilerine sorup duruyor ve ister istemez, bir başka ütopya, dünyayı yeniden aklîleştirme ihtiyacını duyuyor; gelecekle ilgili durmuş oturmuş bir tasarı, üstünde uzlaşılmış bir toplum vaadi bekliyor. Dahası, söz konusu insanlar, yeni liberalizmin kudurganlığına karşı bir kale olarak, dünya çapında bir karşı-tasarı, bir karşı-ideoloji, bugün egemen modelin zıddı olabilecek bir kavramsal yapı oluşturup onu hayata geçirmenin hareketlenişi içindeler; Seattle’da, Washington’da, Prag’da, son olarak da Porto Alegre’de duyduğumuz ayak sesleri budur. Ne var ki, öyle kolay olmayacağa benzer bunları yapmak… Kolay olmayacağa benzer hiçbir şey… ”Kolay olmayacağa benzer” ; çünkü liberalizm, başta medya olmak üzere, uluslararası iktisadî ve parasal büyük kurumları, hemen her ülkede üniversiteleri ve kuruluşları, çoğu politikacıyı ve gazeteciyi hizmetine almıştır; onlar da, ”tek düşünce” yi, modern dogmatizm diyebileceğimiz fikirleri allayıp pullayarak yayıyorlar. Günümüz demokrasilerinde yurttaşlar, bu yapışkan doktrininin ziftine batmış haldeler; o doktrin, direnen her fikri -belli etmeden- kuşatıp sarıyor, dizginliyor, karıştırıyor, felce uğratıp sonunda boğuyor. Dünyanın yeni sahiplerinin tasarıları Şu olgu da önemlidir: Dünyamızın bu yeni sahipleri tasarılarını genel oy’a asla sunmuş değiller. Demokrasi onlar için yok; yığınla tartışmanın dışında kaldıkları gibi, kamu yararı, sosyal mutluluk, özgürlük ya da eşitlik gibi kavramlara da kayıtsızlar. Onlara ayıracak zaman bulamıyor ve küreselleşmiş dünya piyasasını ellerini kollarını sallaya sallaya dolaşıyorlar. Siyasal iktidar da olsa olsa bir üçüncü güç gözlerinde; önce ekonomik iktidar, sonra da medyatik iktidar var. Bu ikisi de ellerinde olduğunda, -tıpkı Berlusconi ‘nin İtalya’da yaptığı gibi- siyasal iktidarı elde etmenin sıradan bir iş olduğunu düşünüyorlar. Demokrasi, işte bu ortamda yapacak ne yapacaksa, ama açıktır ki işi zor onun… Egemen güçler Gerçekten, halkın siyaset sahnesine çıkmasıyla, özellikle XX. yüzyılda, devletin rolü üstüne de köklü bir değişiklik olmuştur. Hatırlatmak için söyleyelim: Daha önce, egemen güçler, denetledikleri ya da en azından kendi yararlarına işleyen ekonomik alanda siyasal iktidarın rolünü en azda tutmayı isterken; halk tersine, iktisadi yasaların etkilerini ve doğurdukları eşitsizlikleri düzeltecek bir güç olarak bakmaya başlar devlete. Devletin bu yeni rolü de, Birinci Dünya Savaşı, özellikle de İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra çıkarılan anayasalarda ete-kemiğe bürünür. Bireye, devlet karşısında bir özerklik sağlayan geleneksel hak ve özgürlüklerin yanı sıra, yeni anayasalar yepyeni haklar tanırlar: Eğitim hakkı, hastalık ve sakatlıklara karşı sosyal sigorta hakları, konut ve çalışma hakkıdır bunlar. İçinde bulunduğumuz aşamada bu liste daha da uzuyor. Devletin görevleri Bunlar, halkın devlete yüklediği yeni görevlerdir; devlet, bunları yerine getirmekten çekinmek de ne, sıradan insanların sefaletini hafifletmek ve ulusal gelirin adil biçimde dağılışını sağlamak için, iktisadî yaşama müdahale etmek zorundadır. Bunu, devletten istemek halk için de bir görevdir. Böylece, demokrasinin amacı, bir yerde toplumu derinden derine değiştirmektir de. Demokrasi günümüzde evrensel bir değer haline gelmişse, toplumları ve dünyayı daha insanca kılmada uyandırdığı umutlar yüzündendir de. Yeni liberalizmin ”daha az devlet” derken bir göremediği de budur. Devleti, ”gece bekçisi” ya da ”sınırları koruyan” bir güç durumuna indirgeyip, toplumu, liberalizm adına ”piyasa güçleri” ne, yani aslında tekelci kapitalizmin yağmacı güçlerine teslim etmek, köylünün -o pek bilinen- öyküsünde olduğu gibi taşları bağlayıp köpekleri salıvermek demek olmaz mı? Kimi aymaz kalemlerin ”piyasa demokrasisi” dedikleri alanda at oynatacak olanlar kimlerdir? Ulus-devlet Buradan kalkarak diyeceğiz ki, bütün küreselleşme şarkılarına karşın, ulus-devlet gerçeği sona ermiş olmadığı gibi, birey ve halk yararına XX. yüzyıl boyunca kazanılmış hak ve özgürlük mevzilerine en iyi göz-kulak olacak olan, yine de ulus- devlettir. Demokratik kuramın bir görevi, onu bir yana atmak değil, tersine gitgide demokratikleştirmektir. Aslında, gerek ulusal gerek uluslararası alanda olan da budur. Gitgide demokratikleşen devlet, demokrasinin derinleştirilmesinde daha olumlu bir rol oynayacaktır. Yurttaşlar göreve! Tekrarlamakta yarar var: Bu büyük sorunların varlığı, günümüzün yurttaşı için de çetin görevlere yol açıyor; çünkü onun bilgisi kırıntılar halinde ve büyük bölümü de kitle kültürüyle temas sayesinde -yöntemsiz- kazanılmış durumda ya da bilimsel uzmanlığın uçurumlarından çekip çıkarılmış. Öyle de olsa, bunalımı anlamak, bugün başta gelen bir fikrî konudur. Bu ise, her yurttaştan, daha iyi düşünmek için büyük çaba istiyor. Özellikle şunun bilincinde olmalıdır yurttaşlar: Kapitalizmin, yani paranın küresel hareketlenişine karşı, yine küresel bir örgütleniş gerekiyor. İnsanca bir dünya Yerel ve ulusaldan başlayan, ama onların darlığı içine hapsolmayan böylesi bir örgütleniş ”daha insanca bir dünya” nın kuruluşuna götürecek olan yolun taşlarını döşeyebilir. Seattle’ın, Washington’un, Prag’ın arkasından Porto Alegre’de, dünyanın yurttaşları konuyu bu bilinçle ele almışlardır. Dünyamızın zenginleri ile yoksulları bir kez daha gündemdedir. |
|
By_Beyin
Moderatör Kayıt Tarihi: 08-Ocak-2007 Konum: İstanbul Aktif Durum: Aktif Değil Gönderilenler: 388 |
Alıntı Cevapla Gönderim Zamanı: 27-Nisan-2011 Saat 10:21 |
1 Küreselleşme Nedir?
1.1 KÜRESELLEŞME TANIMI VE ATEŞLEYİCİ FAKTÖRLER Küreselleşme, en basit tanımıyla para ve malların dünya üzerindeki hareketliliğinin artmasıdır. Robertson, globalleşme sürecinin coğrafi keşifler, güneş merkezli evren teorisi, dünyanın ilk haritasının yapılması, böylece Yer’e ilişkin ilk genellemelerde bulunulması ile başladığını belirtmiştir. Bugünden bakıldığında Robertson’a hak vermemek mümkün değildir, globalleşme süreç ve eylemlerinin birkaç yüzyıldır sürdüğü görülmektedir (Aslanoğlu, 1996). Küreselleşme yeni bir kavram değildir, onu son 20 yıldır üzerinde bu kadar yoğun olarak yazılıp çizilir yapan 1980’lerin başından beri yaşanan gelişmelerin yarattığı “hız”dır. Bu gelişmelerden küreselleşmeyi ateşleyen üçü, üretim, ulaşım ve iletişim teknolojilerindeki gelişmelerdir. Üretim teknolojileri geliştikçe pazar ihtiyaçları büyümüş, gelişmiş sanayi ülkeleri pazarlarını dünya çapında genişletme arayışına girmişlerdir. Üretimler ise ücretlerin düşük olduğu, işçilerin olabildiğince az organize oldukları ve devlet desteğinin en yüksek olduğu ülkelere diğer iki teknolojik gelişme aracılığıyla kolaylıkla kaydırılabilmiştir. Ulaşım teknolojilerindeki gelişmeler malların hareketliliğinin artmasındaki en önemli etkendir. Ulaşımın hızı artarken, maliyeti düşmektedir. Avrupa’da büyük kentlerin birbirine demiryolu ağlarıyla bağlanması gibi dev projeler sonucunda zaman-mesafe matrisleri çok büyük bir hızla değişmektedir. İletişim teknolojileri diyince akla ilk gelen kelimeler, bilgisayar ve internet olmaktadır. 1980’lerin sonlarına doğru Commodore 64’lerin hızla yayılışı unutulmaz. Bu makinalardaki 64 sayısı, 64 K anlamına gelmektedir. 64 K, bellek büyüklüğünü ifade eden bir sayıdır. Bugünün teknolojisiyle karşılaştırılırsa 6 sayfalık bir Word dosyasına eşdeğer olan bu sayı artık komik karşılanmaktadır. 15 yıl gibi insanlığın teknolojik gelişimi karşısında çok kısa kabul edilebilecek bir zaman diliminde kaydedilen bu ilerleme, küreselleşmenin altyapısını oluşturmaktadır. İnternetin kullanılmaya başlanması ve yaygınlaşması bilginin akış hızına çok büyük bir ivme kazandırmıştır. En basit anlamıyla kütüphane ve kitap kavramlarından uzaklaşılmış, veriler elektronik ortamda saklanabilmeye başlanmıştır. Paranın akışı açısından ise, dünya borsalarında internet üzerinden işlem yapabilmek 1990’ların sonlarıyla gelen bir yeniliktir. Küreselleşmenin ekonomik boyutundan söz edilirken tekrar üzerinde durulacağı gibi, kredi kartları, internet ticareti gibi kavramlarla tehlikeli bir sanal ekonomiye gidiş hızlanmıştır. 1.2 KÜRESELLEŞMENİN EKONOMİK BOYUTU Küreselleşme adı altında sürdürülen tartışmalarda birbirinden kopuk süreçler olarak ele alınan para (finansal ilişkiler), meta, teknoloji, bilgi ve kültür özünde bütünsel ve kompleks bir süreci tanımlayan temel değişkenlerdir (Ercan, 1996). Paranın değişimi, teknolojinin, bilginin bir sonucudur ve sebeplerine dönüp bakarak onları etkilemektedir. Parasal, finansal ya da ekonomik boyut olarak sözü edilen bu değişiklik özellikle sermayenin kazandığı hareketlilik, akışkanlıktır. Bilgi teknolojilerinin gelişimiyle, dünya borsaları internete açılmış, insanlar evlerinden bir bilgisayar ve bir telefon hattı aracılığıyla dünyanın öbür ucundaki para piyasalarına müdahale edebilmeye başlamışlardır. Sermaye, kazandığı bu esneklikle, üretime üstünlük kurarak onu yönetmeye başlamıştır. İnternet üzerinden ticaret yapılmaya başlanmıştır. Bu, kuşkusuz sanal bir ticarettir. Kredi kartı numaranızı yazdıktan ve alacağınız malı seçtikten sonra internetle yeni tanışan insanların şaşkınlıkla karşılayacakları şekilde sisteme ve tüccara güvenmek zorundasınızdır. Elektronik ticaret bugünlerde vergi tartışmalarına da yol açmaktadır. Dünya borsalarında internet üzerinden alış-veriş yapabilme özgürlüğünden söz ederken bu yeniliğin doğurduğu tehlikeler unutulmamalıdır. İnternetten önce sermaye, yatırım yapmak istediği kente ya da ülkeye gider, fizibilite araştırmalarını yapıp işletmesini kurardı. Bu süreç internetle birlikte çok eskilerde kalmıştır. İnsanlar, bankadaki paralarıyla yeni bir iş kurmayı artık akılllarından geçirmemektedirler. Tek bir talimatla, kendileri ya da paralarını emanet ettikleri bir şirket, dünyanın öbür ucundaki borsalardan prim yapacağına inandıkları hisse senetlerini alabilmekte, hiç tanımadıkları işletmelere ortak olabilmektedirler. Bu sürecin getirdiği tembellik sonucunda dünya üzerinde gittikçe yayılan büyük şirketler dışındaki sermaye sahipleri sabit yatırımlardan gittikçe uzaklaşmaktadırlar. Bu bakış açısıyla sürecin herhangi bir dezavantajı görünmemektedir. Fakat, internet ve bu HIZ, çok büyük tehlikelere yol açmaktadır. Bir ülkede meydana gelen bir değişiklik, yatırımcılar için istikrarı bozacak bir gelişme olarak değerlendirilirse, bir anda bütün sermaye ülkeden uzaklaştırılabilmektedir. Bu hareketlilikteki para “sıcak para” olarak nitelendirilmektedir. Diğer bir önemli karakteristik, tüm bu teknolojik gelişmeler sonucunda ortaya çıkan çok uluslu şirketlerdir. Bu şirketlerin iş hayatı, yatırım ve ticaretteki güç ve etkileri 1980 ve 1990’larda küçümsenemeyecek boyutlara ulaşmıştır. Yalnız, çok uluslu şirketlerin üretimlerini dünya çapında desantralize ediyor olmaları, kontrol ve yönetim fonksiyonlarının da aynı şekilde desantralize oldukları anlamına gelmemektedir, tam tersine bu fonksiyonlar merkezlerde yoğunlaşma eğilimindedirler (Özdemir, 1999). Bu merkezileşmede bazı küresel fonksiyonların rolü büyüktür : - finansal hizmetler (bankalar, sigorta ve finans vb.) - uzmanlaşmış üretici hizmetler (reklamcılık, halka ilişkiler, muhasebe, müşavirlik, hukuk hizmetleri vb.) - medya (basın, yayın, televizyon, radyo vb.) - araştırma ve geliştirme fonksiyonları - üretim ve hizmetler sektöründe çalışan şirketler için ana kumanda merkezleri (Brotchie ve diğerleri, 1995). Küreselleşme, ticaret bloklarının, koruma duvarlarının, gümrük sınırlarının kalkmasıyla oluşacak tek bir dünya pazarına geçiş süreci olarak algılanmaktadır. 1.3 KÜRESELLEŞMENİN İKİ YÜZÜ – ELEŞTİRİLER Sönmez’e göre, “Küreselleşme adı verilen süreç her düzeyde bir ayıklama yaparak ilerliyor. Ancak belli sektörler, belli işgüçleri, belli hayat tarzları bu süreçte hayat hakkı bulabilirken, bunlara ek olarak belli bölgeler, ülkeler revaçta, seçilmeyenler marjda, kenarda kalıyor.” (Sönmez, 1998. s.7). Bu ayıklama sürecinin sonucu olarak globalleşmenin iki yüzü, seçilme ve dışlanma ortaya çıkmaktadır. Küreselleşme, dünya nüfusunun beşte biri kadar olan gelişmiş kesimi için gerçektir, geriye kalan beşte dört ise her geçen gün sistemden dışlanmaktadır. Kazgan, Türkiye ekonomisinde küreselleşmenin iki yüzünü, 1980’lerdeki politika değişiklikleriyle tanımlamaktadır : “Büyüme ve gelir bölüşümünün iyileşmesi eski dünya düzeninde, beş yıllık kalkınma planlarında beyan edildiği gibi, Türkiye’de hükümetlerin temel hedefiydi; esas olan GSMH artışının nüfus artışını aşması, böylece kişi başına gelirin artmasıydı … 1980’li yıllar, ama özellikle 1990’lı yıllarla birlikte bu tablo kökten değişti : bir kere, temel büyüme ve bölüşümün iyileşmesi olmaktan çıktı, yerini sertbestleştirme-özelleştirme-devletin küçülmesi yoluyla küreselleşmeye bıraktı … Sonuçsa hiç içaçıcı ya da geleceğe gönük umut verici olmadı. Büyüme hızı neredeyse yarılandı, temel üretim kesimlerinden tarım, özellikle hayvancılık tam çöktü; imalat sanayiyi ise, hızlı nüfus artışı ve yüksek oranlı enflasyon sürerken iç talep yetersizliği ve aşırı kapasitelerle boğuşur oldu; büyüme hızı yavaşladı; iç piyasa büyük ölçüde ithal mallarına kaptırılmıştı … Varolduğu kadarıyla büyümenin tümü (hatta bundan da ötesi) en zengin sınıfa gidiyordu.” (Kazgan, 1999. s.322-324) Bu politika değişiklikleri Türkiye’de 1980’li yıllarda Özal’la, İngiltere’de Thatcher, ABD’de Reagan ile gerçekleşmiş, serbest piyasa ekonomisi kuralları küreselleşme eğilimlerine yol açacak şekilde hayatı yönlendirir olmuştur. Bu liberal bakış açısı küreselleşme yanlısı bir bakış açısı olarak tanımlanmaktadır. Küreselleşmenin iki yüzünden söz edildiğine göre yanlılarından ve karşıtlarından söz edilmesi doğal bir sonuçtur. “Küreselleşme olarak adlandırılan sürecin etkileri dünya üzerinde eşit olarak yayılmamıştır. Dünya ölçeğinde etkili olduğu söylenen süreç tam tersine gerek üretim gerekse tüketim açısından dünya ölçeğinde belirli bölgelerde yoğunlaşmıştır. Üretim açısından bakıldığında Doğu Asya Ülkeleri ya da Altın Üçgen Ülkeleri olarak adlandırılan ülkelerde yoğunlaşırken, imaj üretimi daha çok merkez kapitalist ülkelerde yoğunlaşmıştır. Diğer yandan üretim ve tüketim açısından marjinalleşen ya da küreselleşmenin dinamiklerinden (şimdilik) yalıtılan bir dizi ülke ve hatta bir kıtanın (Afrika) varlığını işaret etmek anlamlı olur.” (Ercan, 1996. s.66) 2 KÜRESELLEŞME VE ÜLKELER ARASI REKABET Dünya ülkeleri arasında söz edilmesi gereken önemli faktörlerden biri rekabettir. Globalleşme, beraberinde farklılaşmayı da getirirken bu “farklı” ürünlerin rekabet gücüne yansımalarında fiyat ve kalite ön plandadır. Bu rekabeti doğuran en önemli iki değişken ürün çeşitliliği ve kapasitedir. Örnek vermek gerekirse, dünya çapında en çok arz edilen ürün tekstil ürünleridir. Tekstil üreten ülkeler arasındaki rekabet kaçınılmaz olacaktır. Bu açıdan, ürünlerin satılabilmesi için “farklı” olmaları gerekmektedir. Bu farklı ürünlerden ne kadar üretildiği de taleplerle karşılaştırıldığında anlam kazanacaktır. Küreselleşmeyle ürünlerin dünya üzerindeki hareketliliğinin artması, ulaşım maliyetlerinin düşmesi, bütün ülkeleri bi rekabet ortamına dahil eden önemli faktörlerdir. Dünya Ekonomik Forumu isimli kuruluşun 1996 yılı için hazırlamış olduğu Global Rekabet Raporu’nda ülkeler “rekabet edilebilirlik” yönünden sıralamaya tabi tutulmuşlardır (Çıracı ve Erkut, 1998). Bu sıralamanın Asya Krizi’nden önce yapılmış olduğuna dikkat çekmek gerekmektedir. Tablo 1. Dünyada Global Rekabet Sıralaması ve Türkiye’nin Uluslar arası Rekabet Gücü Açısından Dünyadaki Yeri (1996) Sıra No Ülke Adı Global Rekabet İndeksi 1 Singapur 2,19 2 Hong Kong 1,89 3 Yeni Zellanda 1,57 4 ABD 1,34 5 Lüksemburg 1,29 6 İsviçre 1,27 7 Norveç 1,03 8 Kanada 1,01 9 Tayvan 0,96 10 Malezya 0,91 42 Türkiye -0,97 43 Güney Afrika -1,02 44 Polonya -1,15 45 Hindistan -1,46 46 Macaristan -1,48 47 Venezuella -1,69 48 Brezilya -1,73 49 Rusya -2,36 Kaynak : World Economic Forum (1996), Global Competitiveness Report. 3 KÜRESELLEŞMENİN BİR SONUCU OLARAK BÖLGESELLEŞME VE TÜRKİYE Sabit sermayenin esnek ve hareketli sermayeye hızla dönüştüğü küreselleşme sürecinde, bazı ülkeler ya da bazı kentler aralarında kurdukları ekonomik ya da politik bağlarla kendi içlerinde bölgeler oluşturmaktadırlar. Kazgan’ın açıkça tanımlamış olduğu gibi : “Türkiye 1980’li yıların başından itibaren IMF, Dünya Bankası ve OECD gibi uluslar arası kurumların iteklemesiyle küreselleşme sürecine sokulurken, 1980’li yılların ikinci yarısından itibaren dünyada bir diğer eğilim iyice belirginlik kazandı : bölgeselleşme. Dönemin Avrupa Topluluğu’nun hem üye sayısını Avrupa çapında artırma yoluyla genişlemesi, hem siyasal birlik kurma yönünde bütünleşmesinde derinliği artırmaya gitmesi, bölgeselleşme hareketine dünya çapında ivme veren etkenlerden biri oldu. Diğeriyse, küreselleşmenin getirdiği etkilere dayanlıklılık kazandırmaktır : küreselleşme bir yandan ulus-devletin elinden ekonomi politikalarını alırken ve etnik-dinsel kökenli alt-kimlikleri güçlendirip yerel özerklik eğilimlerini güçlendirirken, ulus-devletleri krizlere/durgunluğa düşürüyor, güçsüzleştiriyor; bir yandan ihracat baskılarını artırırken bunları uluslar arası pazarlardan yansıyan rizikolara çok açık hale getiriyor. Bölgeselleşme adeta küreselleşmeyle ulus-devlet arasında yeni bir basamak oluşturuyor, eski imparatorluklar yeni bir yapılanmayla tekrar ortaya çıkıyor. Ancak bu kez bölgesel anlaşmanın eşit haklara sahip üyeleri sözkonusudur artık. ‘Birlikten güç doğar’ sözünü gerçekleştirmek için ülkeler kendi iradeleriyle bölgesel ittifak arayışı içine girdiler.” (Kazgan, 1999. s.403-404) II. Dünya Savaşı sonrası 1950-60’larda ortaya çıkan bölgesel entegrasyonlardan sadece Avrupa Birliği günümüze kadar gelebilmiştir ve halen en başarılı ekonomik entegrasyondur. 1980’li yıllarda ekonomik toplulukların Kuzey Amerika ve Asya’da önem kazandığı görülmektedir. Bu iki kıtada oluşan ekonomik topluluklarda odakları ABD ve Japonya oluşturmaktadır. Dünyada GSMH’nın 1/3’ü AB, 1/3’ü NAFTA, 1/6’sı Apec (APEC’e dahil olan NAFTA ülkeleri hariç) tarafından paylaşılmaktadır. Bölgeselleşme tanımını daha önceden belirlenmiş coğrafi bölgeler için yapılmış tanımlarla karıştırmamak gerekir. Bu açıdan bakıldığında küreselleşme rüzgarının, bölgesel ayıklama yaparken tercihini hep kar ve sermaye birikimine en uygun bölgelerden yana yapmakta ve bunun dışındakilere sırtını çevirmekte olduğu gözlemlenmektedir. Bu dışlanmışlık ve uçurumun ortadan kaldırılması için kamu müdahalesi gerekli görünmekteyken, çözüm piyasa kurallarında aranmaktadır. Bu, bölgeselleşme değil, küreselleşmenin bölgesel eşitsizliğe yol açma biçimidir. 4 KÜRESELLEŞME VE KENT 4.1 KÜRESELLEŞMENİN KENTLERE ETKİSİ Kent, global-yerel geçişliliği ve etkileşiminin yaşandığı mekan olarak tanımlanmaktadır. Küreselleşmenin bölgesel etkisine benzer bir etkisi de kentlerde gözlemlenmektedir. Kentin bazı alanları seçilmiş alan ilan edilip geliştirilirken, küresel vizyon bazı diğer alanları göz ardı etme eğilimindedir. Küreselleşmenin bir diğer sonucunun kentlerin otonomi kazanması olduğu teorilerden bir diğeridir. Kentler, bağlı bulundukları ulusal ekonomiden bağımsız olarak hareket edecek, canlı organizmalar olarak tanımlanmaktadır. Bu nasıl olmaktadır? Kentler neden durup dururken otonomi kazanmaktadırlar? Öncelikle kentlerin dünya ölçeğinde sermayeyi kendilerine çekmek adına bir yarış içerisine olduklarından söz etmek gerekmektedir. Bu yarış, aslında devletin bir kenti ön plana çıkartarak ulusal ekonomiye girdi sağlama amacından kaynaklanmaktadır. Finansal piyasaların deregülasyonu beraberinde planlama hukukunun deregülasyonunu da getirmiştir, çünkü devlet, yatırımcının kentinde yatırım yapması için elinden gelen bütün tavizleri vermeye hazırdır. Kente sermayenin çekilmesi ve kentin küresel boyutta çekici kılınması için yapılacak yatırımlara gücü yetmediğinde ise yetkileri yerel yönetimlere aktarmaktadır. Bu noktada yerel yönetimler girişimci gibi hareket ederek kenti pazarlamak adına özel sektörle işbirliği yaparak projeler üretmektedirler, komünist belediyeler bile özel sektörle işbirliği yapma yoluna gitmektedirler. Bu durumda kentin bir şirket gibi çalıştığı, bir anlamda kendini pazarladığı söylenebilir. Keyder’in İstanbul’u satmaktan kastettiği de işte tam olarak budur. Bu aşamada açıklıkla görülmelidir ki kentlilik bilinci, küreselleşme süreçleri tarafından baltalanmaktadır : küresel kent “coğrafya ötesi”dir , herhangi bir yere bağlı değildir. Hiçbir yerin kentinin kentlilerinin kendilerini bu kente ait hissetmeleri de bu şartlar altında mümkün olmayacaktır. Aidiyet hissetmeyen kentli, kentine sahip çıkmayacaktır. Bir başka deyişle, kentler farklılaşma arayışı ve çabası içinde gitgide birbirlerine benzemektedirler. Yerel eğilimler mekanlar yaratılırken göz önünde bulundurulmamaktadır. Kentsel imajlardan söz edilmekte fakat kent dünya kentlerinde bir veya daha çok kopyası bulunan restoran zincirleriyle donatılmaktadır. Farklılaşma ve kendini pazarlama arayışları sonucunda kentsel mekan ve imajların sürekli olarak tüketiliyor olduğu gerçeği unutulmamalıdır. Global kentin en belirgin özelliklerinden biri de “duvar”lardır. Kent, Nan Elin’in ifadesiyle, “güvenlikten çok tehlike çağrıştırır hale gelmiştir.” Postmodern günümüzde, “korku faktörü, medyanın yaydığı sonu gelmez tehlike haberleri bir yana, kilitlenen arabaların ve ev kapılarının, güvenlik sistemlerinin, bütün yaş ve gelir gruplarında ‘kapalı’ ve ‘emin’ cemaatlerin artmasının ve kamusal mekanlarda artan kontrolün gösterdiği gibi, kesinlikle büyümektedir. Antik çağlardan beri kenti savunmak için kullanılan duvarlar artık kenti bölgelere ayırmak ve bir kesimin kendini güvende hissetmesini sağlamak amacıyla kullanılmaktadır. Büyük şirketlerin kent merkezinden uzakta kurdukları “country”ler, sadece konut değil bir yaşam biçimi pazarlamaktadırlar. Kendi içine kapalı, güvenli (çevredeki gecekondularda yaşayan insanların giremeyecekleri), ve “kültürel olarak temizlenmiş” bu mekanlarda yaşayan insanların kent hayatındaki gelişmeler ya da toplumu ilgilendiren konular etrafında hareket etmeleri olası değildir. Zenginlerin duvarlar aracılığıyla dışladıkları gecekondulular, ironik bir şekilde gündelikçi olarak zengin gettolarının en mahrem noktalarına kadar sızabilmektedirler. Kentler, küreselleşmenin “farklılık” boyutu kapsamına incelendiğinde, kentten beklenen farklılaşmanın tüketim düzeyinde kaldığı görülür. “Farklı olan stilize edilir ya da müzeleştirilir … Ancak farklılıkların bir arada yaşamayı beceremedikleri noktada küreselleşme teorileri susar.” Globalleşmenin kentlere etkisinden söz edilirken “dünya kenti” ve “uluslararası kent” tanımlarından söz edilmelidir. Dünya kentleri, “küresel ekonominin kontrol merkezleri” olarak tanımlanmıştır. Uluslararasılaşan kentler ise daha çok görece az gelişmiş ülkelerin büyük kentleridir. Bu kentler kontrol merkezi olmamakla birlikte, küresel sermayenin akış trafiği üzerinde yer alırlar. 4.2 DÜNYA KENTLERİ Yukarıda sözü edilen yarış içerisinde bazı kentler “dünya kenti” ünvanına layık görülürler. Friedman 1986’da dinya kenti kavramını tanımlarken 5 ölçüt belirlemiştir : 1. Dünya ölçeğinde süregelen finansal hereketlerin yoğunlaştığı merkezler. 2. Çok uluslu şirketlerin yönetim merkezlerinin yoğunlaşma oranı. 3. Uluslar arası kurumların yoğunlaşma oranı. 4. Önemli kabul edilen üretimlerin yoğunlaşma oranı. 5. Ulaşım ağı açısından önemli bir konuma sahip olma. Dünya kentleri bir anlamda “küresel ekonominin kontrol merkezleri” olarak tanımlanmıştır. Böylesi bir merkezileşme yaşanmasının temel nedenleri basittir : bazı hizmetler, ihtiyaç duydukları bazı diğer hizmetlerle bir arada bulunmak isterler. Finans sektörü, bankalar, sigorta şirketleri, danışmanlık şirketlerinin merkezleri bu “dünya kenti” adı verilen odaklarda bulunur. Önemli kabul edilen birçok üretim de bu kentlerden yönetilmektedir; üretimin kendisinin ise işgücü ve toprak maliyetlerinin çok düşük olduğu ülkelere yayılması tercih edilmektedir. Ayrıca kentsel topraklar ve konut üretimi de sermaye için değer kazanmıştır. Uluslararası spekülatif emlak piyasaları kentsel arazinin aşırı değerlenmesine neden olmuşlardır. Ercan’ın belirttiği gibi Los Angeles’ın kentsel mekanına yapılan yatırımlar sonucunda merkezi iş alanının yarısından fazlası yabancı sermayenin eline geçmiştir. Örneğin, Tunçay, İstanbul’a yüklediği misyonda kenti, Balkanlar’ın(Moldavya ve Romanya’dan başlayarak, Macaristan ve eski Yugoslavya’nın bir bölümü, Arnavutluk, Bulgaristan ve Yunanistan), Güney Kafkasya’nın(Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan) ve Türkiye’nin güneyinin(Irak, Kuveyt, Suriye, Lübnan, Filistin, Ürdün ve İsrail) oluşturacakları bir federal bölgenin merkezi olarak tanımlamaktadır. Tablo 2. İstanbul’un Ünlü Plazaları Satış Fiyatı(m2/$) Kirası (m2/$) Maslak Acarlar 1500 - Korkmaz Yiğit - - Osmanlı 1800 - Ayazağa Tic - 9 Inco 1750 - Jumbo - 16 Maslak Kule 1750 16 Maslak Trade C. 1400 - Noramin - 9 Nurol 2000 - Özen İş Merkezi - 16 Spring Giz 1600 14 Sabancı İkizler - - İş Bankası - - Levent-Etiler Yapı Kredi A-B - 17 Yapı Kredi C 2000 17 Polat Levent 1850 - Meridyen 1800 17 Akmerkez Etiler 2000 8 Akmerkez Levent 1750 17 Balmumcu-Gayrettepe Atakule Balmumcu - 16 Barbaroskule - 16 4.3 ULUSLARARASILAŞAN KENTLER Ercan’ın uluslararasılaşan kent tanımı şöyledir : “dünya kneti olarak telaffuz edilen ‘üçüncü dünya’ ya da ‘azgelişmiş ülke’ kentleri yani Sao-Paolo, Lima gibi kentler dünya ölçeğinde kontrol merkezleri olmaktan uzak kentlerdir. Bu kentler esnek sermaye biçiminin ve dünya kapitalizminin yarattığı trafiğin yoğunlaşarak üzerinden geçtiği mekanlardır. Azgelişmiş ülke kentleri için önemli değişiklik artan üretimin disentegrasyon sürecine ; - büyük ölçekli ihracat amaçlı üretimde yoğunlaşarak eklemlenme ya da, - üretim sürecine uluslararası taşeron olarak eklemlenmek, yani enformel sektörün, küçük ölçekli üretimin gelişmesi ile katılmalarıdır. 4.4 İSTANBUL İstanbul’un küreselleşme süreçlerinin bir sonucu olarak bölgesel metropol olma beklentisinin oluşmasının temel nedeni, Diren’e göre, Sovyet sisteminin çözülmesidir : “Bu çözülme, bloktaki ülkeleri yeni arayışlara itmiş, liberalleşme, serbest ticaret ve Batı ekonomisine entegrasyon arayışları başlamıştır. Türkiye bu arayışları bir olanak olarak görmüştür.” Aslında bu arayışın sonucu olduğu iki süreçten daha söz edilebilir. Bunlardan biri şüphesiz küreselleşmedir. Diğeri ise, Avrupa’nın yeniden yapılanması ve tek pazarın gerçekleşmesidir. Küreselleşme stratejileri, İstanbul’u Batılı bir kimlikle Doğu’ya açılan bir entegrasyon köprüsü olarak düşünmektedirler. İstanbul, kendinden beklenenleri gerçekleştirmek için kendisine gerçekte var olmayan bir imaj yaratmalı, bir “Avrupa Kenti” olmalıdır. Batı dünyası, bu beklentinin yanında küreselleşme teorilerinin temel beklentilerinden olan “farklılaşma”yı da unutmamasını istemektedir İstanbul’dan. Financial Times yazarlarının tanımladığı gibi : “ 19. yüzyıldakine benzer, elegan, kozmopolit ve Fransızca konuşulan bir Pera”… Toktamış Ateş, “Sovyetler’in çökmesinden sonra meydanda tek kalan ve meydanı boş bulan ABD, Türkiye’ye yeni bir rol biçti. Bu rol, ABD tipi bir yarı sömürge olarak Türkiye’nin ABD’nin ileri karakolu olması ve ABD çıkarlarının bekçiliğini yapması idi. Buna karşılık Türkiye, ulusal sınırlarının bütünlüğünü koruyacak ve ayakta kalabilecekti” sözleriyle Türkiye ve İstanbul’un aslında bütünlüğünü korumak ve ayakta kalmak adına güçlü ülkelerin çıkarlarının peşinden gittiğini bir kez daha vurgulamıştır. Beklentiler göz önünde bulundurulursa, İstanbul, farklı ve Batılı kimliğini tanıtacak mekanlara da sahip olmalıdır. Sermaye de bugün bu beklentileri karşılamak için elinden geleni yapmaktadır, Sabancı Üniversitesi kampüsü, kampüs tasarımında uzmanlaşmış bir Amerikalı mimarlık şirketine “tasarlatılmıştır”, ortaya çıkan mekan, herhangi bir kente ait olabilecek kimliksiz yapılardan ibarettir. Bu, aidiyet duygusunun “hiçbir yere ait olmayan kent”lerde yok olacağı teorisinin bir kanıtıdır. “Yabancılar, kendimiz için yaratmak istediğimiz imajı, bizim için, bizden daha iyi yapabilecek olanlardır.” 5 İSTANBUL GLOBAL BİR HİZMET KENTİ OLABİLİR Mİ? 5.1 İSTANBUL : BUGÜN 5.1.1 NÜFUS 1990 yılında 7.3 milyon olan İstanbul nüfusunun ancak 1/3’ü İstanbul doğumludur. Göçmen nüfusun ilk sırasında, Sivaslılar, ikinci sırada Kastamonulular, üçüncü sırada ise Karadenizliler yer almaktadır. Yeni İstanbullular arasında artık yurtdışından (eski Yugoslavya, Bulgaristan, Kuzey Irak…) göçenler de bulunmaktadır. Bölgesel kutuplaşmanın etkisi, tarımda makinalaşmanın itmesi ve sanayinin çekmesi İstanbul’daki nüfus patlamalarının temel nedeni olarak görülebilir. Nüfus, İstanbul’un dünya kenti olması arayışlarında çok önemli bir etmen olarak karşımıza çıkmaktadır. Kırdan kente göç eden insanlar, çoğunlukla kent hayatına uyum sağlamamaktadırlar. Sağlamaları için STKların çok küçük ölçekte kalan çabalarının dışında çaba gösteriliyor olduğu da söylenemez. Varoşlarda yaşayan insanlar bir yandan reddedilmekte ve dışlanmakta, bir yandan da “ucuz insan deposu” olarak karları ve sermaye birikimini beslemektedirler. Ayrıca yerli üretim talebi açısından da kent geleneklerini benimseyen göçmenler yerli üretime Pazar açarak katkıda bulunmaktadırlar. Üçüncü olarak, gözüpek küçük girişimciler arasında varoşlardan gelenler bulunmakta ve özgün sanat yaratıları yine varoşlarda kaynak bulmaktadır. Göçmenlerin küreselleşmeyle ve İstanbul’un dünya kenti olması yolundaki beklentilerle bağlantısı “himaye” anahtar kelimesinde yatmaktadır. Mübeccel Kıray’ın konu ettiği himaye (patronaj) ilişkileri, işsiz, çevresine uyumsuz, eğitimsiz, ne yapacağını bilemeyen varoş gençliğini hedef almaktadır. Bu örgütler, varoş gençliğinin aradığı her türlü imkanı, basit bir takım “hizmetler” karşılığında sağlımaktadır. İhtiyaçları böylecek karşılanan insan küreselleşmeyi, dünyayla bütünleşmeyi bir tarafa bırakın, içinde yaşadığı toplumla bağını giderek koparmaktadır. 5.1.2 ÜRETİM VE ÜRETKENLİK İstanbul’da mal ve hizmet üretimi 90lı yıllarda azalırken, İstanbul’un etki alanındaki illerde arttığı gözlemlenir. Büyümeyi İstanbul’da yavaşlatıp çevre illerde hızlandıran anahtar sektör ise imalat sanayiidir. 1970 yılından sonra İstanbul, çevresindeki sanayinin kumanda merkezi kimliğine doğru ilerlemeye başlamıştır. Sönmez’in de değindiği gibi, “Kişi başına üretim verilerinin de ortaya koyduğu gibi, İstanbul, ‘üretimi ve üretkenliği’ azalan bir metropol olarak tanımlanabilir. Modern sanayi faaliyetlerini İstanbul dışına kaydırıp modern kent kesimini, finansı, inşaat sektörünü, ulaştırmayı, haberleşmeyi, dış ticareti İstanbul’da alıkoyan büyük sermaye grupları ve yabancı sermaye, İstanbul’u bu hizmet sektörüyle dünya sermayesine hizmet veren bir ‘dünya kenti’ yapma uğraşı içindeler.” 5.2 İSTANBUL : GLOBAL HİZMET KENTİ “İstanbul Metropolü, Türkiye’nin dünya ile bağlantı kurduğu düğüm noktasıdır. Dünya metropolleri arasında yer alacağı kademede diğerleriyle yarışabilmesi, potansiyelinin çok iyi değerlendirilmesine ve önündeki engellerin kaldırılmasına bağlıdır.” Bu bölümde İstanbul’un dünya kenti olarak tanımlanan kentler arasında yerini almasının bir hayal olup olmadığı sorusuna cevap aranacaktır. İstanbul, tüm Karadeniz, Kafkasya, Orta Doğu, Balkanlar ve Kuzey Afrika’nın “global kenti”, kontrol kulesi olma iddiası sonucunda sanayiden hizmetlere kaymaya yönlenmektedir. Üretimin çevre illere kaydırılmasıyla (Bursa, Kocaeli, Kırklareli, Tekirdağ, Bilecik, Bolu) İstanbul tüm bu üretimin, ülke ve hatta dünya (küreselleşme teorileri destekçileri tarafından dilenmekte) üretiminin (mal ve hizmet üretimi kastedilmektedir) merkezi rolünü üstlenme aşamasındadır. Aşağıda detaylı olarak inceleneceği gibi, beklenen çokuluslu şirketlerin merkezlerinin bulunduğu bir kenttir. Küresel ekonomin bu şekilde yönlendirildiği bir kenttir. Tablo 3. Hizmet Sektörleri İstihdamında Ana Sektörler İtibarıyla Dağılım (1990) SEKTÖR İSTİHDAM ORAN (%) TARIM 125.988 5 SANAYİ 831.522 33 HİZMETLER 1.511.857 60 İYİ TANIMLANAMAYANLAR 50.394 2 Bu aşamada 1993 Yabancı Sermaye Koordinasyon Derneği Başkanı ve Eurotürk Bank Genel Müdürü Yavuz Canevi’nin 1993 yılında İstanbul Dergisi tarafından İstanbullulara yöneltilmiş olan “On yıl sonra İstanbul’un dünya ile ilişkileri itibariyle bugünkünden farklı bir rol oynayacağını düşünüyor musunuz? Bu nasıl bir rol? Sizin temenni ettiğiniz rol mü? Değilse neden?” sorusuna verdiği cevaptaki ipuçları önem kazanmaktadır : “2003 yılında İstanbul için, nüfusu %50 artmış, genel eğitim ve görgü düzeyi düşmüş, trafiğe çıkan araba adedi %100 artmış, altyapı yıpranmış, su sorunu ciddi boyutlara ulaşmış, yeşil kalan son tepeleri betonlaşmış bir kent görünümü kaçınılmazdır. Tarihin ve estetiğin giderek yerini güncelliğe ve tekdüzeliğe terk edeceği bir on yıla girmek üzereyiz … Gönlümde yatan, 2003 yılında şehirleşme açısından nüfusu ve çarpık şehirleşme eğilimi kontrol altına alınmış, uluslar arası olmasa bile, Karadeniz Ekonomik İşbirliği Bölgesi ve Ortadoğu’nun iş ve finans merkezi halini almış, kültür ve spor ağırlıklı festivalleri ile uluslar arası ağırlığını kabul ettirmiş, kongre turizmine imzasını atmış ve de en önemlisi şehirlerine sahip çıkma bilincine ulaşmış ‘İstanbullular’dan oluşan bir İstanbul var.” Caner Ertuna ise, İstanbul’un bir “mıknatıs bölge” olabilmek için girişimci insanlara, renkli bir kültürel iklime ve kalibresi yüksek yöneticilere ihtiyacı olduğu görüşündedir. Bu görüşler, şair bakış açısıyla “mühendis-ekonomist” kafasının ve imgeleminin sonuçlarıdır. Bu “mühendis-ekonomist” kafası, Tarlabaşı Yıkımı’nı temizlenme ve medenileşme adına destekleyen sistemlere benzer bir düşünce sistemidir. Anafikir, “İstanbul ne olursa olsun bir global hizmet kentine dönüştürülmelidir, bunun için gereken tek şey girişimci ruhtur…” gibi özetlenebilir. Oysa İstanbul, belli bir çekim alanına ve çocukluğumuzdan beri tekrarlandığı gibi “jeopolitik konum”a sahiptir, küresel trafiğin üzerinden geçeceği aşikardır. Ama belki de önemli olan İstanbul’u “yaşanabilir” ve özellikle sağlıklı ve mutlu olarak yaşanabilir bir çağdaş metropol haline getirebilmektir. Bunun için girişimci ruh ve renkli kültürler yetersizdir; gerekli olan altyapı, ulaşım, kentleşme ve yapılaşma, eğitim, dolayısıyla kentlilik bilinci sorunlarının aşılması, İstanbulluların kentlerine sahip çıkmalarıdır. Çıracı ve Erkut, İstanbul’da sürdürülebilir gelişmeden söz ederken 3 önemli problem tanımlamışlardır : Doğal Kaynak Tahribatı, Altyapı Yetersizliği ve İkili Ekonomik, Sosyo-Kültürel Yapı. Tüm bu sorunlar çözülmedikçe, liberal düşüncenin özellikle dileği olan bu “global hizmet kenti” olma fikri gerçekleşemeyecektir çünkü çokuluslu şirketler yönetilecekleri üsleri (kentleri) seçerken elbette ki bazı ölçütler arayacaklardır. İstanbul yaşanabilir bir metropol haline gelmedikçe, pazarlamaya çalıştığı imaj ne olursa olsun –ki Batılı bir imaj olacaktır- “uluslararasılaşan kent” kapsamında değerlendirilmekten öteye gidemeyecektir. Hizmet kenti tanımından yola çıkılırsa, İstanbul’un 2000’li yıllarda temel faaliyetinin üst düzey hizmetler olacağı söylenebilir. Üst düzey hizmetlerin mekansal örgütlenme biçimi, sürdürülebilir gelişme çerçevesinde yaşam kalitesini yükseltmenin de ipuçlarını taşımaktadır. Fakat “global hizmet kenti olmak” demek, hizmetler sektörünün başı çektiği bir kent olmak demek |
|
Yanıt Yaz |
Forum Atla | Forum İzinleri Kapalı Foruma Yeni Konu Gönderme Kapalı Forumdaki Konulara Cevap Yazma Kapalı Forumda Cevapları Silme Kapalı Forumdaki Cevapları Düzenleme Kapalı Forumda Anket Açma Kapalı Forumda Anketlerde Oy Kullanma |