gelisenbeyin.net Ana Sayfa
Forum Anasayfası Forum Anasayfası > Eğitim Dünyası > Genel Kültür
  Yeni Mesajlar Yeni Mesajlar
  SSS SSS  Forumu Ara   Kayıt Ol Kayıt Ol  Giriş Giriş

Masallar

 Yanıt Yaz Yanıt Yaz Sayfa  12>
Yazar
  Konu Arama Konu Arama  Konu Seçenekleri Konu Seçenekleri
zaman Açılır Kutu Gör
Moderatör
Moderatör
Simge

Kayıt Tarihi: 31-Ocak-2007
Konum: Ankara
Aktif Durum: Aktif Değil
Gönderilenler: 724
  Alıntı zaman Alıntı  Yanıt YazCevapla Mesajın Direkt Linki Konu: Masallar
    Gönderim Zamanı: 13-Nisan-2011 Saat 20:39
Kibritçi Kız

        Bir yılbaşı gecesiydi. Dondurucu, kavurucu bir soğuk vardı. Yoldan geçenler paltolarının yakasını kaldırmışlar, atkılarına bürünmüşler, hızlı hızlı yürüyorlardı. Kimi evine geç kalmış, acele ediyor, kimi bir eğlence yerine gidiyordu.


       Çocuklar koşuyorlar, birbirlerine kartopu atıyorlardı. Gecenin zevkini en çok onlar çıkarıyorlardı. Kahkahalarla gülüyorlar, sevinçle haykırıyorlardı.

Yalnız bir çocuk vardı ki gelip geçenler onun farkında değillerdi. Ufak bir kız çocuğu. Başı açık, elbisesi yama içinde, yoksul bir kızcağız. Bir kapının önüne büzülmüş, çıplak ayaklarını altına almıştı. Soğuktan morarmış tir tir titriyordu. Üzerinde oturduğu taş basamakta buz gibiydi.

       Yavrucağız da sanki donmuş, bir buz parçası kesilmişti.

       Geniş bir mukavva kutunun içine sıralanmış kibrit kutularına bakarken gözleri yaşarıyordu.

       Evet, bu bir kibritçi kızdı. O gün bir tek kutu kibrit bile satamamıştı. Satsa, bir kaç kuruş para kazansa, kalkıp evine gider, annesiyle birlikte hiç olmazsa bir kase sıcak çorba içerdi. Gidemiyordu, çünkü o gün hiç kibrit satamadığını annesine söylemekten çekiniyordu. Soğuktan, üzüntüsünden titreyen kısık, incecik sesiyle "Kibrit var, kibrit"diye bağırıyordu. Sokaktan geçenlerin hiçbiri başını çevirip bakmıyordu...

       Ah hiç olmazsa ayaklarında terlikleri olsaydı! Biraz önce, sokak sokak dolaşırken, hızla geçen bir arabanın önünden kaçmış, kaçarken terlikleri ayağından fırlamıştı.

       Karşı kaldırıma geçtikten sonra, dönüp bakmış hınzır bir çocuğun terlikleri kapıp kaçtığını görmüştü. Arkasından seslenmişti ama, çocuk alaylı alaylı seslenerek koşa koşa uzaklaşmıştı.
       Kibritçi kız bunun üzerine bir kapının girintisine sığınmış, oracığa kıvrılıp oturmuştu.

       Parmakları donmuş, sızlamaya başlamıştı. Kızcağız bu acıya dayanamadı, kutulardan birini açıp bir kibrit çıkardı. Parmakları uyuşmuştu, kibrit çöpünü elinde güçlükle tutuyordu. Eli titreye titreye çöpü duvara sürttü. Kibrit birden alev aldı; tatlı, yumuşacık, turuncu bir alev.

       Zavallı kız, kibriti bir elinden öbür eline geçirerek, parmaklarını ısıttı. İçi de ısınmıştı. Sanki gürül gürül yanan bir ocağın karşısındaydı. Gözleri aleve dikilmiş, düşlere dalmıştı: Güzel bir odada, büyük bir ocağın karşısında oturuyordu. Arkasında kalın bir yünlü hırka, ayaklarında kürklü terlikler vardı.

       Isınmış, terlemeye bile başlamıştı... Derken kibrit sönüverdi. Kibritin sönmesiyle, o tatlı düşlerde sona ermişti. Kızcağızın parmakları yeniden donmaya, sızlamaya başlamıştı.
       Bir kibrit daha yaktı. Bu sırada soğuk bir rüzgar esti. Kız kibrit sönmesin diye, duvardan yana döndü. Öbür elini aleve siper etti. Aleve bakarken, karşısındaki duvar sanki eridi, birden açıldı, içerisi göründü. İçeride geniş bir oda vardı. Kar gibi bembeyaz örtü yayılmış bir masanın üzerine tabak tabak yiyecekler dizilmişti.
          Sofrada gümüş şamdanlar yanıyor, odayı gündüz gibi aydınlatıyordu. Kızcağız'ın gözleri sofranın ortasında, büyük bir tabağa konulmuş, nar gibi kıpkırmızı kaz kızartmasına dikilmişti.

        Ağzı sulandı. Elini oraya doğru uzattı. Kibrit yana yana sonuna gelmişti, parmağını yakıyordu. Kızcağız çöpü yere atıverdi. Atmasıyla birlikte, yılbaşı sofrası siliniverdi, gözlerinin önüne taş duvar yeniden dikildi.


       Üçüncü kibrit daha fazla düşler yarattı: Bir yaz gecesi... Kibritçi Kız kırda bir ağacın altına oturmuş, yıldızlara bakıyor. Gece olduğu halde hava sıcak. Altındaki toprak, gündüz güneşten ısınmış, fırın gibi yanıyor... Küçük kız gözlerini yıldızlardan ayıramıyordu. Uzaktan uzağa gece kuşları ötüyor, kurbağalar bağrışıyordu.

       Derken bir yıldız kaydı, gökyüzüne geniş bir yay çizerek uzaklaştı, söndü. Kızcağız: 'işte, biri daha öldü' diye mırıldandı. Bir gün, ninesi söylemişti: Her yıldız düştükçe yeryüzünden biri ölürmüş... Ninesini bir daha görebilmek için bir kibrit daha çaktı. Soğuktan kaskatı kesilmiş, beyni durmuştu.
        O şimdi sokak ortasında olduğunu unutmuş, düşler dünyasına dalmıştı. Kibritin alevinde yine ninesini görüyor, onun sesini işitir gibi oluyordu. İşte ninesi geliyordu. Lapa lapa yağan karların arasından bir melek gibi iniyordu... Geldi, geldi... Kollarını açtı, torununu kucakladı, aldı göklere doğru götürdü...


       Ertesi sabah, yoldan geçenler, bir evin basamağında donmuş kalmış kızcağızın ölüsünü buldular. Yanı başında bir sürü boş kibrit kutusu vardı.
        -Zavallı kız ısınmak için bütün kibritlerini yakmış dediler...

       Bu kibritlerin alevinde onun ne düşler gördüğünü bilemezlerdi ki.

       Yazan: Hans C. Andersen,
       Andersen Masalları, Remzi Kitabevi

Doğru yerdesiniz...
gelisenbeyin.net'tesiniz...
Yukarı Dön
zaman Açılır Kutu Gör
Moderatör
Moderatör
Simge

Kayıt Tarihi: 31-Ocak-2007
Konum: Ankara
Aktif Durum: Aktif Değil
Gönderilenler: 724
  Alıntı zaman Alıntı  Yanıt YazCevapla Mesajın Direkt Linki Gönderim Zamanı: 13-Nisan-2011 Saat 20:39
Kral İsteyen Kurbağalar (İtalyan Masalı)

        Çok eski zamanlardan birinde Olympos dağının doruklarında Tanrı Jüpiter yaşarmış. Dağların, denizlerin, hayvanların, insanların kralıymış.

       Dağın eteklerinde kocaman bir göl varmış. Bu gölün sakinleri de geveze kurbağalarmış. İlk başlar kurbağalar neşe içinde hür yaşarlarmış.

       İstediklerini istedikleri zaman yaparlarmış.

       Kimse karışmazmış onlara. Bir süre sonra kurbağalar bu özgür hayattan sıkılmaya başlamışlar. Göklere yükselen varaklamalarla Jüpiter’den kendilerine bir kral göndermesini istemişler:

       "Kral hayatımıza yön versin, ne yapacağımızı bize söylesin."Jüpiter önce pek dikkate almamış kurbağaların bu isteğini. Ama öylesine gürültülü, öylesine gevezeymişler ki dayanamamış, eline geçirdiği bir ağaç parçasını yukarıdan gölün ortasına fırlatmış.

       Bir şeyin şrak diye gölün ortasın düşmesi kurbağaları susturmuş.
Uzun süre bağırmışlar. Bu suskun krallarının yanına yaklaşmaya da korkuyorlarmış.

       "Tanrı Jüpiter’in gönderdiği bu sessiz kralın sağı solu belli mi olur, değil mi? Uysal gibi görünür, ama birden yaklaşanın da canına okuyabilir." diye düşünmüşler.

       Epey bir zaman sonra genç kurbağalardan biri ağaca yaklaşmış, yavaş yavaş yanına gitmiş, önce dokunmuş, sonra üzerine çıkmış, ardından üzerinde zıplamaya başlamış. Bu kral ne yaparsan yap hiç sesini çıkarmıyormuş!
Göldeki bütün kurbağalar krallarının yanına koşmuşlar, üzerine çıkmışlar, tepinmişler.

       Bütün gün orada oyalanmışlar. Sonunda bir gün içinde kralları pis ve yosunlu hale gelmiş. Kurbağalar da krallarından bıkmışlar. Ertesi gün Jüpiter’den kral istemişler.

       Öylesine yüksek perdeden bağırıyorlarmış ki Jüpiter dayanamamış.
Ama bu sefer kurbağalara kral olarak yılanı göndermiş!


       Şimdiye dek krallarının sessiz ve zararsız olduğundan yakınan kurbağalar bu kez de krallarının kendileri için ne kadar tehlikeli olduğundan yakınmaya başlamışlar.

       Yeni krallarının yanına yaklaşamıyorlarmış bile.

       Yılan, çevrede bulduğu kurbağaları bir lokmada midesine indiriyormuş.
Kurbağalar yeni kral için vıraklamaya başlamışlar.

       Jüpiter şöyle demiş: "Size önce iyi ve uysal kral verdim, beğenmediniz. O halde şimdi kötü ve vahşi kralınızı beğenmek zorundasınız. Çünkü bunu da istemezseniz, daha kötüsüne razı olmak zorunda kalabilirsiniz."


       İşte o günden beri budala kurbağalara yılanlar krallık edermiş.


       Derleyen ve çeviren: Tarık Demirkan
       Doğan Kardeş Kitaplığı (YKY Yayınları)

Doğru yerdesiniz...
gelisenbeyin.net'tesiniz...
Yukarı Dön
zaman Açılır Kutu Gör
Moderatör
Moderatör
Simge

Kayıt Tarihi: 31-Ocak-2007
Konum: Ankara
Aktif Durum: Aktif Değil
Gönderilenler: 724
  Alıntı zaman Alıntı  Yanıt YazCevapla Mesajın Direkt Linki Gönderim Zamanı: 13-Nisan-2011 Saat 20:38
Uçmak İsteyen Çocuk


       Siz uçmak isteyen çocuğun öyküsünü hiç duydunuz mu? Şimdi size bu çocuğun öyküsünü anlatma istiyorum.


        Birge, tatlı mı tatlı, akıllımı mı akıllı, bir o kadar da meraklı bir kızmış. Ama en büyük merakı, en büyük isteği neymiş biliyor musunuz? Uçmak. Gece gündüz, oynarken, uyurken, yolda yürürken hep uçmayı düşlermiş.


        Bir gün gökyüzüne bakıp hayaller kurarken, aklına bir fikir gelmiş. “Neden bir balona binip uçmayı denemiyorum?” diye düşünmüş. Hemen evlerinin altındaki oyuncakçıya gidip birkaç tane balon almış. Büyük bir heyecanla balonlarını şişirmeye başlamış. Ama o kadar heyecanlıymış ki, balonlarını bir türlü şişiremiyormuş.


        Birge’ye biraz yardım edelim mi? Haydi hep beraber üfleyelim. (hep beraber üfleme hareketi yapılır, bir balonu üflüyormuş gibi.) bir ses duyuyorum, galiba balonlar patlak. Dinleyin, bakın fıss, fıss. (Fıss, fıss) Tekrar şişirelim (üfleme). Yine olmadı (fıss, fıss).


        Birge kızmış ve balonu yere atmış. O sırada aklına bir şey gelmiş. “Zaten kendi şişirdiğim balonla uçamam ki, bir uçan balon bulmam gerekir” diye düşünmüş. Tam bu sırada uzaktan geçen baloncuyu görmüş. Hem de baloncu uçan balonlar satıyormuş. Baloncuya doğru koşmaya başlamış. (Olduğu yerde koşma hareketi) Baloncu amcanın yanına gelmiş. Ama doğrusu nefes nefese kalmış. (kesik kesik nefes alıp verme) Biraz dinlendikten sonra baloncu amcadan tam beş tane balon almış. “Artık uçmam için hiçbir engel kalmadı.” diye düşünmüş.


        Balonları eline almış ve kollarını yukarı doğru uzatmış. Uzatabildiği kadar yukarı uzatmış, ayaklarının üzerinde yükselmiş, yükselmiş. (ayak ucunda yükselerek elleri yukarı doğru uzatma) ellerini uzattıkça uzatıyormuş; ama gücü kesilmiş ve birden yere doğru eğilmiş. (nefes bırakıp, kollar aşağıda, belden eğilme). Tekrar uzanmış (uzanma), eğilmiş (eğilme), uzanmış, uzanmış, uzanmış. Galiba oldu derken, aslında hala ayaklarının yerde olduğunu fark etmiş. Birge nasıl üzülmüş, size anlatamam.


        O kadar üzülmüş ki, yanındaki duvarın üzerine oturmuş. Bu işi nasıl yapabileceğini düşünürken yakınlardan geçmekte olan trenin sesiyle kendine gelmiş. Tren çuh, çuh, çuh (çuh, çuh,…) sesleriyle geçmiş gitmiş. Trenin arkasından bakarken bahçedeki güzel çiçekleri görmüş.


        Güzel bir çiçek kokusu insanı her zaman mutlu eder diye düşünmüş. Çiçekleri koklamaya başlamış. (derin derin koklama). Ne yazık ki çiçeklerde Birge’yi mutlu edememiş. Birge hala mutsuzmuş. Sizce ona ne yapmasını söyleyebiliriz? (Çocuklar kendi fikirlerini söylerler.


        Aralarından biri uçak fikrini söylemezse eğitimci bunu hatırlatabilir.) Çocuklar, uçağa ne dersiniz? Niye daha önce aklımıza gelmedi. Uçmanın en kolay ve en güzel yolu bu.


        Evet, Birge de aynı bizim gibi, böyle düşünmüş ve koşarak annesine gitmiş. Olanları anlatınca annesi gülmüş ve ona sıkıca sarılmış. (Kendi kendine sarılma).


        “Tabii Birgeciğim sen uçmayı bu kadar çok istiyorsan babanla konuşup bir şeyler yapabiliriz. Belki ilk gezimize uçakla gideriz. Hem sana gökyüzünden göstermek istediğim o kadar çok şey var ki,” demiş.


        Ve Birgeler ilk gezilerine uçakla gitmişler. Birge gökyüzünde çok mutlu olmuş ve uçmanın gerçekten çok güzel bi şey olduğuna bir kez daha karar vermiş.

Doğru yerdesiniz...
gelisenbeyin.net'tesiniz...
Yukarı Dön
zaman Açılır Kutu Gör
Moderatör
Moderatör
Simge

Kayıt Tarihi: 31-Ocak-2007
Konum: Ankara
Aktif Durum: Aktif Değil
Gönderilenler: 724
  Alıntı zaman Alıntı  Yanıt YazCevapla Mesajın Direkt Linki Gönderim Zamanı: 13-Nisan-2011 Saat 20:37
Dağınık Çocuk

          Bir çocuk varmış. Eşyalarını toplamaktan hiç hoşlanmazmış. Bir gün yerlerde atılı duran eşyalar, aralarında konuşuyorlarmış.

            -“Sen neden hala buradasın. Bu saatte okulda olman gerekmiyor mu?” diye sormuş ceket ders kitabına. Ders kitabı:

            -“Evet, ama dağınık çocuk okula giderken beni aradı, bulamadı. Sonunda beni almadan gitti” dedi. Çorap:

            -“Ben tam üç gündür burada yatağın altında sıkışıp kaldım. Kimse beni görmüyor.” Dedi. Tişört:

            -“Ben tertemiz bir tişörttüm. Beni dolaptan çıkarttı sonra yere attı. Üstelik dağınık çocuk odada yürürken üstüme basıyor. Hem kirlendim, hem de buruştum.”

            -“Bir fikrim var” demiş pantolon. “Dağınık çocuk benim cebimde otobüs bileti unutmuş. Hep birlikte otobüse binip gidelim.”

            -“Evet” diye bağırmışlar. Hep birlikte yola çıkmışlar. Otobüs onları yemyeşil kırlara götürmüş.

             -“Ne kadar güzel bir yer burası? İyi ki yatak altlarında dolap kenarlarında beklemek yerine buradayız.”

            Saklambaç oynamışlar, yerlerde yuvarlanmışlar. Tozlanıp çamurlandıklarına hiç aldırmıyorlarmış. Tekrar otobüse binip eve dönmüşler. Bütün eşyalar daha önce atılmış oldukları yerlere aynen uzanıp yorgunluktan uyuya kalmışlar.

             Çocuk okuldan dönüp eşyalarının halini görünce:

            -“Aman Allahım! Yerlerde bıraktım diye ne hale gelmişler.” Demiş.

            O günden sonra eşyalarını hep yerli yerinde tutmuş.

Doğru yerdesiniz...
gelisenbeyin.net'tesiniz...
Yukarı Dön
zaman Açılır Kutu Gör
Moderatör
Moderatör
Simge

Kayıt Tarihi: 31-Ocak-2007
Konum: Ankara
Aktif Durum: Aktif Değil
Gönderilenler: 724
  Alıntı zaman Alıntı  Yanıt YazCevapla Mesajın Direkt Linki Gönderim Zamanı: 13-Nisan-2011 Saat 20:37
Sihirli Fasulyeler

             Bir zamanlar bir ülkeni çok güzel ve zeki bir prensesi vardı. Prenses ülkeyi çok iyi yönetirdi ve ülkedeki herkes bolluk ve neşe içinde yaşardı. Fakat bir gün kötü kalpli bir dev, prensesi kaçırıp kimselerin yerini bilmediği şatosuna götürdü. Ülkedeki herkes büyük bir yasa boğuldu. Artık bolluk ve neşe günleri geride kalmıştı.

            Büyük bir kıtlık yaşanıyordu. Bir köyde yaşayan üç arkadaş da bu kıtlıktan etkilenenler arasındaydı. Bulabilecekleri tek yiyecek fasulyeydi ve artık fasulyeden bıktıkları için son çare olarak biricik ineklerini satmaya karar verdiler. Üç arkadaştan biri gönüllü olarak şehre gitmeye razı oldu ve ineklerini de yanına alarak sabah erkenden yola çıktı.          

            Akşama doğru diğer iki arkadaş onun güzel yemeklerle dönmesini beklerken, o elinde üç tane fasulye tohumuyla geri döndü. Arkadaşları çılgına döndü ama o:

            -“Bunlar sizin bildiğiniz fasulyelerden değil. Bunlar sihirli fasulyeler.” Diyerek onları yatıştırmaya çalıştı. Şehre indiğinde bir adamla karşılaşmıştı ve adam ona inek karşılığında bu sihirli fasulyeleri verebileceğini söylemişti. O da buna hemen inanmış ve kabul etmişti.

            Arkadaşları çok kızarak bu üç fasulye tohumunu pencereden dışarıya, bahçeye fırlattılar. Artık satabilecekleri bir inekleri de yoktu ve hepsi karınları aç bir şekilde yataklarına gittiler.

             Sabah uyandıklarında inanılmaz bir şeyle karşılaştılar. Üç fasulye tohumu bir gecede büyümüş ve ucu bulutların arasında kaybolmuştu. Hepsi yukarıda ne olduğunu merak ediyorlardı ve sonunda fasulyeye tırmanmaya karar verdiler. Hazırlıklarını yapıp yukarıya, bulutların üzerine doğru yola çıktılar.

             Uzun bir tırmanıştan sonra bulutların üstünde bir ülkeye vardılar. Biraz ilerleyince karşılarına çok büyük, görkemli bir şato çıktı. Bu şato kimindi dersiniz? Evet, bu prensesi kaçıran kötü kalpli devin şatosuydu. Üç kafadar içeriye girmek için bir yol düşündüler. Birbirlerinin omuzlarına çıkarak ve birbirlerini yukarıya çekerek yavaş yavaş merdivenleri tırmanmaya başladılar.

             Merdivenlerin en üstüne geldiklerinde artık adım atacak halleri kalmamıştı. Ama içeriden gelen bir ses onlara güç verdi. Bu kaçırılan güzel prensesin güzel sesiydi. Meğerse dev prensesi kendisine şarkı söylemesi için kaçırmıştı. Üç arkadaş hemen kapıda veya duvarda girebilecekleri herhangi bir delik aramaya başladılar ve kapıdaki ufak bir delikten içeriye sızmayı başardılar. Prensesin bulunduğu odaya girdiklerinde dev koltuğunun üzerinde mışıl mışıl uyumaktaydı.

               Prenses ise bir kutunun içinde kilitliydi. Prensesi kurtarmak için önce devden kutunun anahtarını almaları gerekiyordu. Hemen devin uyuduğu koltuğun arkasındaki üst rafa tırmanmaya başladılar. İçlerinden birisini iple yukarıdan devin üst cebine doğru sarkıttılar.

               Deve hissettirmeden cebine girip anahtarı alması gerekiyordu. Dev çok derin bir uykudaydı ve anahtarı alıp prensesi kurtardıklarını ruhu bile duymadı. Üç arkadaş ve prenses bir an evvel uzaklaşmak için harekete geçtiler. Şatodan çıkıp fasulyeye doğru koşmaya başladılar.

               Tam fasulyeye geldikleri sıralarda dev uyanmış ve prensesin kaçırıldığını fark etmişti. Hemen şatodan fırladı. Merdivenleri inip şöyle bir etrafına baktı.

               Biraz ileride fasulyenin ucunu gördü ve oraya doğru yürümeye yürüdü. Bu zaman içinde üç arkadaş yanlarında prensesle birlikte yolu yarılamışlardı. Dev de fasulyeye tutunarak aşağıya inmeye başladı. Üç arkadaş bunu fark edip ellerini çabuk tuttular.

               Aşağıya inince de devden kurtulmak için bir yol aradılar. Tek çare fasulyeyi kesmekti. Hemen bir balta bulup fasulyeyi kesmeye başladılar ve dev tutunduğu fasulye ile birlikte yere devrildi. Bundan sonra da kimse o ülkeye kötülük yapamadı.

              Tekrar eski bolluk ve neşeli günlerine kavuştular.

Doğru yerdesiniz...
gelisenbeyin.net'tesiniz...
Yukarı Dön
zaman Açılır Kutu Gör
Moderatör
Moderatör
Simge

Kayıt Tarihi: 31-Ocak-2007
Konum: Ankara
Aktif Durum: Aktif Değil
Gönderilenler: 724
  Alıntı zaman Alıntı  Yanıt YazCevapla Mesajın Direkt Linki Gönderim Zamanı: 13-Nisan-2011 Saat 20:36
Kaplumbağa İle tavşan

        Tavşanın birisi çok övünüyormuş.

       — Bu ormanda benden hızlı koşan yoktur. Varsa gelsin yarışalım diye söyleyip geziyormuş. Kaplumbağa bir gün:

       - O kadar böbürlenme kendine de o kadar güvenme. Ben senden daha hızlı koşarım. İstersen yarışalım, demiş.

       Tavşan kaplumbağanın bu sözlerine kahkahalarla gülerek:

       — Sen mi benimle yarışacaksın. Diyerek alay etmiş. Ama yinede yarışı kabul etmiş.

       Yarışın başlangıç ve bitiş yerlerini belirlemişler, yarış başlamış.
Tavşan çok hızlı başlamış. Ama biraz ileriye gidince geri dönüp bakmış ki tavşan, kaplumbağa hiç görünmüyor. Yatmış bir ağacın dibine uyumuş. Uyandığında. , bakmış ki kaplumbağa yarışı bitirmek üzere.

       Tavşan koşmuş fakat kaplumbağa varış yerine ondan önce ulaşmış.
Kaplumbağa tavşana:

       “ Hiçbir zaman kendini başkalarından üstün görme.

       Sen, uyudun, Ben çalışarak seni seçtim”demiş ..

Doğru yerdesiniz...
gelisenbeyin.net'tesiniz...
Yukarı Dön
zaman Açılır Kutu Gör
Moderatör
Moderatör
Simge

Kayıt Tarihi: 31-Ocak-2007
Konum: Ankara
Aktif Durum: Aktif Değil
Gönderilenler: 724
  Alıntı zaman Alıntı  Yanıt YazCevapla Mesajın Direkt Linki Gönderim Zamanı: 13-Nisan-2011 Saat 20:36
Bremen Mızıkacıları
Bir zamanlar yaşlı ve yorgun bir eşek varmış. Sahibinin onu artık daha fazla beslemek istemediği ortaya çıkmış. ” En iyisi buralardan gitmek ” diye düşünmüş eşek. “Bremen’de şarkıcılık yaparım. Bazıları anırmamı pek bir beğenirdi zaten.”
Böylece bir sabah erkenden yola çıkmış. Bir süre yürüdükten sonra iki büklüm bir köpekle karşılaşmış. “Artık sahibime avda yardımcı olamayacak kadar yaşlandım,” demiş köpek eşeğe. ” Sahibimde artık beni beslemiyor.” Eşek gülmüş. ” Benimle Bremen’e gelsene şarkıcı oluruz,” demiş.
       Yola koyulmuşlar. Çok geçmeden bir damın üzerinde üzgün oturan bir kedi görmüşler. ” Çok yaşlandım, fareler bile dalga geçiyorlar, ” demiş kedi. “Sen de bizimle gel” demiş eşek. “Sesin hala güçlü çıkıyor, şarkı söyleriz Bremen’de.”

       Bağıra bağıra şarkılar söyleyerek yola devam etmişler. Bir çiftlik evinin yakınlarından geçerken kendi seslerinden yüksek bir sesle irkilmişler. ” Kuk-ku-ri-kuuuuuuuuu!…Sonum geldi!” diyormuş iri bir horoz. Sonra eşek, köpek ve kediye yana yakıla anlatmış: ” Bu akşam sahibimin konukları gelecek. Öyle hissediyorum ki beni pişirip yiyecekler.” Eşek “Endişelenme, seninki gibi bir ses bize çok şey katar. Haydi, gel şarkıcı olalım,” demiş.

       Akşam olduğunda hepsi çok yorulmuş. Bir şeyler yemek ve uyumak istiyorlarmış. İlerde penceresinden ışık süzülen bir kulübe görmüşler. Horoz uçup pencereden içeri bakmış. “Dört soyguncu görüyorum, nefis bir sofranın başındalar,” demiş. “Bir planım var,” demiş eşek. Birbirlerinin sırtına tırmanmışlar.
        En altta eşek, sonra köpek, onun üstünde kedi ve nihayet en tepede de horoz. Pencere yaklaşıp çıkarabilecekleri en yüksek sesle bağırmaya başlamışlar. “İmdaaaaaat! Bu bir hayalet!” demiş soygunculardan birisi. ” “Bence bir canavar!” demiş ötekisi. ” Bence cadılar bastı! ” demiş öteki. ” Annemi istiyorum,” demiş sonuncusu. Bir kaç dakika sonra dört şarkıcımız soygunculardan kalan sofradaymışlar.


       Geceleyin onlar uyurken soyguncular geri gelmişler. Ama hayvanlar hazırlıklıymış. Soyguncular içeri girer girmez, eşek “Şimdi” demiş ve saldırıya geçmişler. Soyguncular bir daha hiç dönmemecesine kaçmışlar oradan. Şarkıcılarımız da bu sevimli küçük kulübeye yerleşmişler.

        Bremen’e gitmeyi de bir süre ertelemişler, ama her gün şarkı söylemeyi unutmuyorlarmış.

        Eğer bir gün onları dinleme şansınız olursa, Bremen sakinlerinin ne büyük bir tehlike atlattıklarını anlamanız güç olmaz.

Doğru yerdesiniz...
gelisenbeyin.net'tesiniz...
Yukarı Dön
zaman Açılır Kutu Gör
Moderatör
Moderatör
Simge

Kayıt Tarihi: 31-Ocak-2007
Konum: Ankara
Aktif Durum: Aktif Değil
Gönderilenler: 724
  Alıntı zaman Alıntı  Yanıt YazCevapla Mesajın Direkt Linki Gönderim Zamanı: 13-Nisan-2011 Saat 20:35
Hansel ve Gretel
Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde bir oduncu yaşarmış ormanın derinliklerinde. Bu oduncunun Hansel ve gratel adında iki çocuğu varmış. Hansel ve Gratel’in anneleri onlar daha çok küçükken ölmüş, babaları da çok kötü kalpli bir kadını üvey anne olarak başlarına getirmiş.

Üvey anne, hain, kötü kalpli bir kadınmış. Bu fakir hayatı yaşamaktan nefret ediyor, Hansel ve Gratel’e elinden geldiğince kötü davranıyormuş.
          Hansel ve Gretel bir gece uyumaya hazırlanırken, üvey annelerinin babalarına, “Çok az yiyeceğimiz kaldı. Eğer bu çocuklardan kurtulmazsak, hepimiz açlıktan öleceğiz,” dediğini duymuşlar.



           Babaları birkaç cümle söyleyip karşı gelmeye çalıştıysa da, kadını razı edemiyormuş bir türlü. “ Yarın onları ormana bırakacağız” sözlerini duyun Gretel ağlamaya başlamış.“Endişe etme Evin yolunu buluruz.” diyerek kardeşini teselli etmiş Hansel.



        O gece geç saatlerde gizlice dışarı çıkmış ve cebine bir sürü çakıl doldurmuş Hansel.


        Sabah olunca, ailece ormana doğru yürümeye başlamışlar. Hansel bu taşları yolu bulmak için kullanacakmış, sahiden de akşam olmadan iki kardeş eve dönmüşler, üvey anne sinirden deliye dönmüş ama babaları sevinçten ne yapacağını şaşırmış


          Birkaç gün sonra üvey anne yine aklına takmış çocukları bu sefer onların taş toplamalarına izin vermemiş, onları yine yola çıkarmış, Hansel cebinde kalan ekmek kırıntılarını yollara dökerek gidiyormuş ancak hesap etmediği bir şey varmış, o da ekmek kırıntılarını kuşların, böceklerin yiyeceğini düşünememiş.



          Geriye dönmek için ekmek kırıntılarını aramışlar ama ormanın içinde kaybolup gitmişler. Bir ara uzakta bir ev görmüşler, sevinçten ne yapacaklarını şaşırmışlar. Gittikçe yaklaşmışlar ve evin önüne geldiklerinde çok ama çok şaşırmışlar. Bu evin duvarları ekmekten, çatısı pastadan ve pencereleri şekerdenmiş.



        Çocuklar tüm sıkıntılarını unutmuşlar ve eve doğru koşmuşlar. Tam Hansel çatıdan, Gretel de pencereden bir parça yiyecekken içeriden bir ses duyulmuş: “Evimi kim kemiriyor bakiyim?” Bir bakmışlar kapıda dünya tatlısı yaşlı bir teyze. “Zavallıcıklarım benim,” demiş kadın “ve onları içeri almış hayatlarında hiç yemedikleri yiyecekleri yemişler ve o gece orada derin bir uykuya dalmışlar.


           Sabah kalktıklarında bu yaşlı teyzenin aslında bir cadı olduğunu anlamışlar. Hansel ve gretel’e çok kötü davranmaya başlamış. Greteli mutfağa götürmüş, yemek yapmasını istemiş. Çünkü Hansel çok zayıfmış ve onu bu şekilde yemek istemiyormuş.



           Gretel bol bol yemek yapmış, başka yapacak bir şeyi de yokmuş çünkü. Fakat Hansel’in aklı hala başındaymış. Cadının gözlerinin çok iyi görmediğini anlamış ve onu kandırmak için bir plan yapmış.



          Neyse ki Hansel’in aklı hâlâ başındaymış. Gözleri pek iyi görmeyen cadıyı kandırmaya karar vermiş. Cadı şişmanlayıp şişmanlamadığını anlamak için her sabah Hansel’in parmağını yokluyormuş. Hansel de parmağı yerine bir tavuk kemiği uzatıyormuş ona. “Yok, olmaz. Yeterince şişman değil!” diye bağırıyormuş cadı. Sonra da mutafa gidip Gretel’e daha fazla yemek yapmasını söylüyormuş.



          Bu böyle bir ay boyu sürmüş. Bir gün artık cadının sabrı taşmış. “Şişman, zayıf fark etmez. Bugün Hansel böreği yapacağım!” diye haykırmış Gretel’e. “Fırına bak bakalım hamur kıvama gelmiş mi!” Korku içinde yaşamasına rağmen Gretel’in de Hansel gibi hâlâ aklı yerindeymiş. Cadının onu fırına iteceğini anlamış.



        “Başımı fırına sokamıyorum! Hamuru göremiyorum!” diye sızlanmış. Cadı elinin tersiyle Gretel’i hızla kenara itmiş ve başını fırına sokmuş. Gretel bütün gücünü toplayıp yaşlı cadıyı fırının içine itmiş, sonra da arkasından kapağı kapatmış. Cadı fırına düştükten sonar bizimkiler koşarak oradan uzaklaşmışlar.


          O kadar hızlı koşuyorlar mışki, kendileri de şaşırmışlar buna. Bir ara bacasından duman tüten bir ev görmüşler ve eve doğru koşmaya başlamışlar. Gördüklerine kendileri de inanamamışlar. Bu ev kendi evleriymiş. O kadar sevinmişler ki…



          Biraz sonra babaları kapıyı açmış, onları kucaklamış. Sevinçten ağlamış. Hansel ve Gretel ceplerinden çıkardıkları altınlarla babalarını çok şaşırtmışlar.



          Cadının evinden kaçarken ceplerine doldurdukları altınlarla bir ömür boyu rahat yaşamışlar.

Doğru yerdesiniz...
gelisenbeyin.net'tesiniz...
Yukarı Dön
 Yanıt Yaz Yanıt Yaz Sayfa  12>

Forum Atla Forum İzinleri Açılır Kutu Gör

Bulletin Board Software by Web Wiz Forums® version 9.50 [Free Express Edition]
Copyright ©2001-2008 Web Wiz