gelisenbeyin.net Ana Sayfa
Forum Anasayfası Forum Anasayfası > Eğitim Dünyası > Genel Kültür
  Yeni Mesajlar Yeni Mesajlar
  SSS SSS  Forumu Ara   Kayıt Ol Kayıt Ol  Giriş Giriş

Masallar

 Yanıt Yaz Yanıt Yaz Sayfa  <12
Yazar
  Konu Arama Konu Arama  Konu Seçenekleri Konu Seçenekleri
zaman Açılır Kutu Gör
Moderatör
Moderatör
Simge

Kayıt Tarihi: 31-Ocak-2007
Konum: Ankara
Aktif Durum: Aktif Değil
Gönderilenler: 724
  Alıntı zaman Alıntı  Yanıt YazCevapla Mesajın Direkt Linki Gönderim Zamanı: 13-Nisan-2011 Saat 20:33
Keloğlan Ve Sihirli Taş
Bir varmış, bir yokmuş. Allah’ın kulu çokmuş. Evvel zaman içinde bir Keloğlan varmış. İhtiyar ve yoksul annesi, bu biricik oğlunu “Kel oğlum, keleş oğlum” diye severmiş.
Günlerden bir gün Keloğlan annesinden izin alıp balık tutmaya gitmiş. Belki bir kaç balık yakalarım. Anacığımla pişirir, yeriz. Aç karnımızı doyururuz” diye düşünüyormuş.

Irmağın kenarına gelip oltasını salmış. Öğleye doğru kocaman bir balık tutmuş. Pulları güm
üş gibi parlak, gözleri cam gibi aydınlık, güzel mi güzel bir balıkmış bu…
Keloğlan balığın pullarını kazımış, karnını yarıp temizlemek istemiş. Bir de ne görsün! Balığın karnı içinde kocaman bir tas durmuyor mu? Keloğlan bir sevinmiş, bir sevinmiş ki sormayın. “Hem balığı götürürüm anama, hem tası” demiş.

       Tası su ile doldurup balığı yıkamak istemiş. Birden inanılmayacak bir şey olmuş. Tastan boşalttığı sular altın olarak akıyormuş yere. Keloğlan çok şaşırmış. Bir kaç kere denemiş, hep altın akıyormuş tastan. “Bu, sihirli bir tas galiba. Hemen anama haber vereyim” demiş. Evlerine koşmuş.

       Sihirli tasa küpler dolusu suyu doldurup doldurup boşaltmış. Suyu boşalan küplere de altınları biriktirmiş. Artık ülke hükümdarı bile onun yanında fakir sayılırmış…
       Keloğlan günler sonra büyük bir saray yaptırıp oraya taşınmış. Kendisine hizmetçiler tutmuş. Sevdiği ve istediği her şeyi alıyor, en güzel yemekleri yiyormuş. Sonunda altınlarının çokluğu onu şımartmaya başlamış.


       “Sihirli tas elimde, ne istersem yapabilirim…” diyormuş.
        Keloğlan’ın böyle kendini beğenmesi, şımarması ve hırsa kapılması, insanların ona duyduğu sevgiyi azaltmış.

       Herkes “Eski hali bundan daha iyiydi. Gözünü hırs bürüdü Keloğlan’ın” demeye başlamış.

       Keloğlan bir gün daha çok altın elde etmek için, sihirli tasını eline alıp ırmağın kenarına gelmiş. “Suyu tükenecek değil ya, bir saray da buraya yaptırayım. ” demiş. Gurur ve kibirle tasını suya daldırmış. Kıyıda biriken altınlar hırsını artırıyormuş. Daha hızlı daha hızlı daldırmaya başlamış tası.

        Artık altınlardan başka bir şey düşünmüyormuş. Birden tas elinden kayıp suya düşmüş. Keloğlan onu tutmak için eğilince kendisi de ırmağa yuvarlanmış. Yüzme bilmediği için hızla akan ırmakta nerdeyse boğulacakmış.

        Bin bir güçlükle kenara çıkmış. Kendisi suda çırpınıp dururken, biriktirdiği altınları da hırsızlar çalıp götürmüşler.

       Artık tası bulmanın da olanağı kalmadığından ağlaya ağlaya annesinin yanına dönmüş. Başına gelenleri anlatmış. Yaşlı kadın:

       - Üzülme yavrum, demiş. Hay’dan gelen Hû’ya gider. Zaten, sen o tası alnının teri, elinin emeği ile kazanmamıştın. Üstelik zenginlik seni iyice şımartmıştı. Böylesi daha iyi oldu. Hiç olmazsa kendini başkalarından üstün görme hastalığından kurtulursun.”
        Keloğlan bu sözlerle teselli bulmuş. Anasına hak vermiş.

       O günden sonra da Sihirli Tası bir daha hiç anmamış.

Doğru yerdesiniz...
gelisenbeyin.net'tesiniz...
Yukarı Dön
zaman Açılır Kutu Gör
Moderatör
Moderatör
Simge

Kayıt Tarihi: 31-Ocak-2007
Konum: Ankara
Aktif Durum: Aktif Değil
Gönderilenler: 724
  Alıntı zaman Alıntı  Yanıt YazCevapla Mesajın Direkt Linki Gönderim Zamanı: 13-Nisan-2011 Saat 20:32
Nasrettin Hoca "Birbirine karışan ayaklar"
Çocuklar dere boyuna dizilmiş oturuyorlar, değneklerin ucundaki oltalarla sözüm ona balık avlıyorlardı. Amaç serinlemek. Hepsi de ayaklarını suya daldırmışlardı.
Tarladan doğru, terlerini silerek Hocanın yaklaştığını görünce onu biraz "gırgıra almayı" tasarladılar. Hoca yaklaşınca bastılar yaygarayı.

Hoca çocuklara yaklaşarak, "Ne var? Nedir bu yasınız?" diye sordu.

       Çocukların elebaşı burnunu çekerek;"Sorma Hocam" diye hıçkırdı. "Suyun içinde ayaklarımız birbirine dolanıp karıştı. Hangisi kimin ayağıdır, bulup ayıramıyoruz."

       Hoca tatlı tatlı gülümseyerek, "Aa, tasalandığınız şeye bakın, evlatlarım" diye çocuklara yaklaştı. "Ben sizin ayaklarınızı şimdi bulurum."

       Elindeki değneği, daha çocuklar ne olduğunu anlamadan yıldırım gibi kaldırıp suya vurmasıyla, "Ayyyyy" diye haykırış koptu.

       Bacaklarına değneği yiyen çocuklar can acısıyla apar topar kalktılar.

       O zaman Hoca, "Gelin elimi öpün, bakayım" dedi. "Bakın, sayemde herkes ayağına nasıl kavuştu!"

Doğru yerdesiniz...
gelisenbeyin.net'tesiniz...
Yukarı Dön
zaman Açılır Kutu Gör
Moderatör
Moderatör
Simge

Kayıt Tarihi: 31-Ocak-2007
Konum: Ankara
Aktif Durum: Aktif Değil
Gönderilenler: 724
  Alıntı zaman Alıntı  Yanıt YazCevapla Mesajın Direkt Linki Gönderim Zamanı: 13-Nisan-2011 Saat 20:31
Bilge dede ve aslan ile maymunun hikâyesi
Bir varmış bir yokmuş Bir dağ köyünün en yakın tepesinde evi olan bir bilge varmış. Bu dağ köyü oldukça kalabalık bir köymüş. Tam 150 hane ve 700 nüfusu varmış bu köyün. Ve üç yüz tane çocuk varmış. Köyün yakınlarında da başka köyler olmadığı için köylüler birbirlerine gider gelir, dostluk, arkadaşlık yaparlarmış.   Her akşam köyün en az 30 hanesinde birbirinde toplanan köylüler masallar, hikâyeler anlatırlarmış birbirlerine. Ama küçük çocuklar en çok aslan ve maymun hikâyesini severlermiş. Bu aslan ve maymun hikâyelerini tepedeki bilge çok güzel anlatırmış. Köyden 100 metre yürüyerek ve yokuş çıkılarak gidilirmiş bilgenin evine.
Her hafta cumartesi günleri köyün bütün çocukları sadece aslan maymun hikâyelerini dinlemek için toplanırmış bilgenin evinin bahçesindeki büyük çardağın altında. Giderek, bütün köyü aslan maymun hikâyeleri düzenleme ve anlatma hatta ezberleme merakı sarmış.
        Bu yüzden cumartesi akşamları köyün gençleri, orta yaşlıları ve bazı yaşlıları da tepeye, bilgenin evine aslan maymun hikâyesi dinlemeye giderlermiş çocuklarla birlikte.

        Her hikâye anlatışı bir seremoni ile başlarmış. Bilge herkesin görebilmesi ve sesini daha iyi duyabilmesi için herkesten daha yukarıda otururmuş.


        Bilgenin rahat rahat oturduğu anlaşılınca ve konuşmaya hazır olduğu görülünce herkes susarmış.       
        Öylesine bir sessizlik olurmuş ki, rüzgârın her hareketini duymak mümkün olurmuş.

        Sonra bilge elini kaldırır ve avucunu gökyüzüne paralel bir şekilde açtığında, bütün çocuklar ayağa kalkarak, "bütün canlılar önemlidir ve değerlidir" diye hep bir ağızdan seslenirlermiş. Bilge avucunu yere doğru açtığında "her canlı birbiriyle aynı ve farklıdır" derlermiş. Sonra Bilge avucunu çocuklara paralel çevirdiğinde tüm çocuklar "Her canlı zavallıdır aslında" derlermiş.

        Sonra Bilge elini yumruk yaptığında tüm çocuklar "her canlı taşır bir omzunda küçücük bir aslan ve taşır küçük yaramaz bir maymun diğer omzunda" diye bağırırlarmış ve sonra otururlarmış yerlerine. Ve başlarmış hikâye, yine küçük bir seremoniyle. "Demek ki neymiş" dermiş bilge.

        Ön sıradan bir çocuk kalkıp ayağa ve "demek ki, maymun hep yaramazlık yaptırırmış her canlıya" der ve oturur, "demek ki, neymiş" dermiş tekrar bilge.

        Ve arka sıradan bir çocuk kalkar "demek ki, aslan korurmuş hep bizi ve uyarırmış" sonra bütün çocuklar ayağa kalkar ve hep bir ağızdan aslanın sözünü tamamlarlarmış.

       "Gitmeyin maymunun izinden, gitmeyin maymunun izinden" İşte, böylece son seremoni de tamamlandığında, Bilge ayağa kalkar ve başlarmış anlatmaya.

Doğru yerdesiniz...
gelisenbeyin.net'tesiniz...
Yukarı Dön
zaman Açılır Kutu Gör
Moderatör
Moderatör
Simge

Kayıt Tarihi: 31-Ocak-2007
Konum: Ankara
Aktif Durum: Aktif Değil
Gönderilenler: 724
  Alıntı zaman Alıntı  Yanıt YazCevapla Mesajın Direkt Linki Gönderim Zamanı: 13-Nisan-2011 Saat 20:30
Masallar, Çocuklara Masallar, Çocuk Masalları

Pamuk Prenses Ve Yedi Cüceler
Vaktiyle bir kış ortası… Kar taneleri gökten yere tüyler gibi dökülürken, kraliçenin biri, siyah abanoz çerçeveli bir pencerenin önüne oturmuş, dikiş dikiyormuş. Bu aralık pencereden dışarı bakarken parmağına iğne batmış. Üç damla kan karlar üzerine damlamış. Beyaz kar üstünde bu al renk pek hoş göründüğü için kraliçe aklından şunları geçirmiş: “Ah böyle kar gibi ak, kan gibi al, çerçevedeki tahta gibi kara bir çocuğum olsaydı!” demiş. Aradan çok geçmemiş; kraliçe bir kız doğurmuş.
Bu kız kar gibi ak, kan gibi al renkli, abanoz gibi kara saçlıymış. Bunun için adını “Pamuk Prenses” koymuşlar.
        Çocuk doğar doğmaz kraliçe ölmüş. Bir yıl geçince kral başka biriyle evlenmiş. Bu kadın güzelmiş ama pek kendini beğenmiş bir şeymiş. Kimsenin kendinden daha güzel olmasına dayanamazmış. Kadının sihirli bir aynası varmış. Karşısına geçip de içine bakarak:

        - Küçük ayna, söyle bakayım, ülkenin en güzel kadını kim? diye sorunca ayna yanıt verirmiş:

        - Bu ülkenin en güzel kadını sizsiniz kraliçe hazretleri! Bunun üzerine kadının içi rahat edermiş. Çünkü aynanın doğruyu söylediğini bilirmiş.

        Gel zaman, git zaman… Pamuk Prenses büyüyüp gelişiyor; gitgide daha güzel bir kız oluyormuş. Yedi yaşına girdiği sırada kraliçeden bile güzel, ayın on dördü gibi bir kız olmuş. Kadın günün birinde yine aynasına sormuş:

- Küçük ayna, söyle bakayım, ülkenin en güzel kadını kim? Ayna dile gelmiş:

- Buranın en güzel kadını sizsiniz kraliçe hazretleri, ama Pamuk Prenses sizden bin kat daha güzel!

        Kadın bunu duyunca irkilmiş; kıskançlığından yüzü sapsarı, yemyeşil olmuş. O saatten sonra nerede Pamuk Prenses’i görse içi burkulurmuş. Kızdan o kadar tiksinmeye başlamış. Kıskançlıkla, kendini beğenmişlik, bir yabanıl ot gibi yüreğinde büyümüş, büyümüş… Artık ne gece, ne gündüz kadında iç rahatlığı kalmamış. Bunun üzerine bir avcı çağırtmış:

       - Çocuğu al, ormana götür, demiş. Artık gözüm görmesin. Onu öldüreceksin… Ciğerlerini de bana getireceksin. Avcı:

        - Peki! demiş, kızı alıp götürmüş. Pamuk Prensesin suçsuz yüreğini oyup çıkarmak için bıçağını eline alınca kızcağız ağlamaya başlamış:

       - Kuzum avcı, canım avcı… Ne olursun kıyma bana… Canımı bağışla… Şu ıssız ormanda dolaşırım, bir daha eve dönmem! diye yalvarmış. Avcı kızın güzelliğine dayanamamış… Ona acımış:

       - Haydi öyleyse git zavallı çocuk! demiş. “Az sonra yabanıl hayvanlar nasıl olsa seni yerler” diye düşünmüş ama sanki bağrındaki taş da düşmüş. Kızı öldürmeye gerek kalmadığı için rahat bir soluk almış. Tam bu sırada oradan geçen bir hayvan yavrusunu tutup kesmiş; ciğerlerini çıkarmış.

        Kraliçeye bunları götürmüş.

       Kraliçe aşçısına onları tuzlatıp pişirtmiş, yemiş. Pamuk Prensesin ciğerlerini yedim sanmış. Çocukcağız koskoca ormanın içinde yapayalnız kalmış. Içine bir korku girmiş. Sanki ağaçların bütün yaprakları kendisini seyrediyorlar sanıyormuş.

       Ne yapacağını da bilmiyormuş. Koşmaya başlamış. Sivri taşlar üzerinden, dikenler arasından geçip giderken, birçok yabanıl hayvan önünden geçiyormuş ama ona bir şey yapmıyorlarmış. Çocuk ayaklarının olanca gücüyle akşama kadar koşmuş.

        Sonunda mini mini bir ev görmüş; dinlenmek için içeri girmiş. Bu evde her şey o kadar küçük, o kadar cici bici, o kadar temizmiş ki dille anlatılamazmış. Ortada apak örtülü, yedi tabaklı bir sofra duruyormuş. Her tabağın yanında minicik kaşıklar, yedi küçük bıçakla çatal, yedi tane de ufacık bardak.

       Duvarın önünde yanyana dizili yedi karyolacık varmış. Örtüleri kar gibi akmış. Pamuk Prenses hem çok aç, hem de susuz olduğu için her tabaktan bir parça sebzeyle ekmek yemiş; her bardaktan birer yudum şarap içmiş. Bir kişinin bütün yiyeceğini yiyip bitirmek istemiyormuş. Kızcağız pek yorgun olduğundan karyolacıklardan birine uzanmak istemiş. Gel gelelim, hiçbiri boyuna uymuyormuş. Biri pek uzun, biri pek kısa geliyormuş. Sonunda yedinciyi uygun bulmuş. Içine girip yatmış, duasını etmiş, uykuya dalmış.

        Ortalık iyiden iyiye kararınca ev sahipleri gelmişler. Bunlar yedi cücelermiş. Dağlardan maden çıkarırlarmış. Hepsi lambalarını yakmışlar. Küçük evin içi aydınlanınca, içeriye birinin girdiğini anlamışlar. Çünkü her şey bıraktıkları düzende durmuyormuş.

        Birinci: - Sandalyeme kim oturmuş?

        Ikinci: - Tabağımdan kim yemiş?

        Üçüncü: - Ekmeğimden kim koparmış?

        Dördüncü: - Sebzemden kim yemiş?

        Beşinci: - Çatalımı kim kullanmış?

        Altıncı: - Bıçağımla kim kesmiş?

        Yedinci: - Bardağımdan kim içmiş?

        Sonra birinci cüce çevresine bakınmış. Yatağında hafif bir çukurluk görmüş:

        - Yatağıma kim girmiş? diye seslenmiş.

        Öbürleri koşarak gelmişler. Altısı birden:

       - Benim yatağımda da biri yatmış! diye bağrışmışlar.

        Yedinci cüce ise yatağına bakınca, içinde yatıp uyuyan Pamuk Prensesi görmüş. Öbürlerini çağırmış. Hepsi gelmişler; şaşırarak bağırmışlar:

       - Aman Tanrım, ne güzel çocuk bu!.. O kadar hoşlarına gitmiş ki, çocuğu uyandırmaya kıyamamışlar. Yedinci cüce her arkadaşının koynunda bir saat uyuyarak sabahı etmiş.

        Ertesi sabah Pamuk Prenses uyanmış. Yedi cüceleri görünce birdenbire korkmuş, ama cüceler ona güler yüz göstermişler:

        - Adın ne senin? diye sormuşlar; Kız:

       - Benim adım Pamuk Prenses! demiş.

        - Nasıl oldu da bizim eve geldin? Kız üvey annenin kendisini öldürtmek istediğini, avcının ona canını bağışladığını, küçücük evlerini buluncaya kadar bütün gün koştuğunu bir bir anlatmış. Cüceler:

        - Bizim evin işlerini görürsen, yemek pişirirsen, yatakları yaparsan, çamaşır yıkarsan, dikiş dikersen, yama yaparsan, sonra her şeyi derli toplu, tertemiz tutarsan bizim yanımızda kalabilirsin. Sana bir şeyden sıkıntı çektirmeyiz! demişler. Pamuk Prenses:

        - Peki, hepsini seve seve yapacağım! demiş, orada kalmış.

        Evin işlerini düzene koymuş. Sabah oldu mu cüceler dağlara gider, madende altın ararlarmış. Akşam olunca eve dönerlermiş. O zaman yemekleri hazır olmalıymış. Kız bütün gün evde tek başına otururmuş. Bunun için iyi yürekli cüceler ona şöyle öğüt verirlermiş:

        - Üvey annenden kendini koru… Senin burada olduğunu, nasıl olsa, yakında öğrenir. Kimseyi içeri alma sakın! derlermiş.

       Kraliçe, Pamuk Prensesin ciğerlerini yedim sandıktan sonra, en güzel kadının yine kendisi olduğunu düşünür; başka bir şey aklına getirmezmiş. Bir gün aynasının karşısına geçip:

       - Küçük ayna, söyle bakayım, ülkenin en güzel kadını kim? diye sormuş. Ayna dile gelmiş:

        - Buranın en güzel kadını sizsiniz kraliçe hazretleri, ama dağlar başında, yedi cücelerin yanındaki Pamuk Prenses sizden bin kat daha güzel! demiş.       Kadın bunu duyunca irkilmiş. Çünkü aynanın asılsız bir şey söylemediğini biliyormuş.

       O zaman avcının kendisini aldattığını, Pamuk Prenses’in sağ olduğunu anlamış. Kızı öldürmek için yeni bir çare düşünmeye başlamış. Çünkü bu kız ülkenin en güzeli kaldıkça kıskançlıktan rahat edemeyeceğini biliyormuş. Sonunda aklına bir çare gelmiş: Yüzünü boyamış, yaşlı bir satıcı kadın kılığına girmiş; tanınmaz bir hale gelmiş. Bu kılıkta yedi dağlara, yedi cücelerin bulunduğu yere gitmiş; kapıyı çalmış:

       - Güzel şeyler satarım! diye bağırmış. Pamuk Prenses pencereden bakmış:

      - Güneydın kadınım, demiş, neler satıyorsun bakayım? Kadın:

       - Iyi şeyler, güzel şeyler! Her renkten kuşaklarım var! demiş. Alaca renkli ipeklerden örülmüş bir kuşak çıkarmış. Pamuk Prenses: Bu saf kadıncağızı içeri alabilirim! diye düşünmüş, kapının sürgüsünü çekmiş: o güzel kuşağı satın almış. Kocakarı:

        - Aman ne güzel şeymişsin sen yavrum! demiş;

        - Dur da şu kuşağı beline güzelce ben sarıvereyim. Pamuk Prenses’in aklına bir kötülük gelmemiş. Kadının önüne durmuş, yeni kuşağı beline sardırmış. Kocakarı o kadar çabuk, o kadar sıkı dolamış ki, Pamuk Prenses soluk alamaz olmuş… Ölü gibi yere yuvarlanmış. Kadın:

        - Haydi bakalım… Bir zamanlar ülkenin en güzeli olmuştun! demiş, kaçıp gitmiş.

        Aradan çok geçmeden, akşam vakti, yedi cüceler eve dönmüşler, ama sevgili Pamuk Prenseslerini yerde serili görünce akılları başlarından gitmiş. Kız sanki ölmüş gibi kıpırdamıyormuş bile. Kızı ayağa kaldırmışlar… Kuşağın sımsıkı bağlanmış olduğunu görünce bunu ortasından kesip açmışlar. Kız yavaş yavaş soluk almaya başlamış… Gitgide vücuduna can gelmiş. Cüceler o gün olup bitenleri öğrenince:

        - O yaşlı satıcı kadın, alçak kraliçeden başka biri değildi, demişler. Biz evde yokken sakın bir daha hiç kimseyi içeri alma! Kötü yürekli kadın eve döner dönmez aynanın önüne gitmiş:

       - Küçük ayna, söyle bakayım, ülkenin en güzel kadını kim? diye sormuş. Ayna her zamanki gibi:

        - Buranın en güzel kadını sizsiniz kraliçe hazretleri, ama dağlar başında, yedi cücelerin yanındaki Pamuk Prenses sizden bin kat daha güzel! demiş. Kadın bu sözleri duyunca o kadar kötü olmuş ki, bütün kanı beynine sıçramış. Çünkü Pamuk Prenses’in yine dirildiğini anlamış; kendi kendine:

        - Alacağın olsun, demiş, öyle bir şey bulayım ki, seni yok etsin de bak gör! Bildiği büyücülük yardımıyla zehirli bir tarak yapmış. Sonra başka bir kocakarı kılığına girmiş.

        Böylece yedi dağlara, yedi cücelerin bulunduğu yere gitmiş. Kapıyı çalmış:

       - Iyi şeyler satarım! diye bağırmış Pamuk Prenses dışarı bakmış:

        - Haydi yolunuza gidin, demiş, kimseyi içeri alamam. Kocakarı:

        - Bakman da yasak değil ya? diye zehirli tarağı çıkarıp kıza uzatmış. Tarak çocuğun o kadar hoşuna gitmiş ki, her şeyi unutarak kapıyı açmış. Pazarlıkta uzlaşınca kocakarı:

        - Gel şu saçlarını güzelce tarayayım! demiş. Zavallı Pamuk Prenses’in aklına bir kötülük gelmemiş, kocakarıya güvenmiş. Kadın daha tarağı saçlarına değdirir değdirmez zehir etkisini göstermiş; kız kendinden geçerek yere yuvarlanmış. Kötü yürekli karı:

        - Ey güzellik örneği, bu kez işin tamam! demiş, sıvışıp gitmiş. Bereket versin, yedi cücelerin eve dönme zamanı yaklaşmışmış. Pamuk Prenses’i ölü gibi yerde yatar görünce, ilk akıllarına gelen şey üvey anne olmuş. Araya taraya zehirli tarağı bulmuşlar.

       Saçlarının arasından çıkarır çıkarmaz Pamuk Prenses kendine gelivermiş. O gün olup bitenleri bir bir anlatmış. Cüceler, kendini sakınması, kimseye kapıyı açmaması için onu bir daha uyarmışlar.

        Kraliçe evde aynanın karşısına geçmiş:

        - Küçük ayna, söyle bakayım, ülkenin en güzel kadını kim? diye sormuş. Ayna yine önceki gibi:

        - Buranın en güzel kadını sizsiniz kraliçe hazretleri, ama dağlar başında, yedi cücelerin yanındaki Pamuk Prenses sizden bin kat daha güzel! demiş. Kadın aynanın böyle söylediğini duyunca hırsından zangır zangır titremiş, ter ter tepinmiş:

        - Yaşamım pahasına da olsa Pamuk Prenses kesinlikle ölmelidir! diye bağırmış. Bunun üzerine kimsenin uğramayacağı gizli, uzak bir yerde bir odaya kapanmış. Orada zehirli, pek zehirli bir elma yapmış. Bu elma görünüşte çok güzelmiş. Kabuğunun bir yanı kırmızı, bir yanı akmış.

Bu elmayı kim görse hemen alıp yemek istermiş. Fakat ondan bir lokma ısıran kesin ölürmüş.

       Elma tamam olunca kadın yüzünü boyamış; bir köylü kadını kılığına girmiş. Yedi dağlara, yedi cücelerin bulunduğu yere gitmiş. Kapıyı çalmış. Pamuk Prenses başını pencereden çıkarmış:

       - Kimseyi içeri alamam… Yedi cüceler böyle tembih etti! demiş. Köylü karısı:

       - Peki, öyle olsun ama şu elmaları elden çıkarmak istiyorum. Al işte bir tanesini de sana vereyim demiş. Pamuk Prenses:

        - Hayır, hiçbir şey kabul edemem! demiş. Kocakarı:

        - Zehirden mi korkuyorsun yoksa? diye sormuş. Bak işte ortasından kesiyorum. Kırmızı yanını sen ye… Ben de beyaz yanını yiyeyim.

        Elma öyle ustalıklı yapılmış ki, yalnızca kırmızı yanı zehirliymiş. Pamuk Prenses elmaya imrenmiş. Köylü kadının da bir parçasını yediğini görünce daha fazla dayanamamış; elini dışarı uzatıp zehirli parçayı almış. Gel gelelim, daha ilk ısırdığı parça ağzındayken ölü gibi yere yıkılıvermiş. Kraliçe bu durumu yırtıcı bakışlarıyla seyretmiş. Sonra bir kahkaha atmış:

        - Kar gibi ak, kan gibi al, abanoz ağacı gibi kara ha?.. Bu sefer cüceler seni yeniden diriltemeyecekler! demiş. Kadın eve döner dönmez aynaya sormuş:

       - Küçük ayna, söyle bakayım, bu ülkenin en güzel kadını kim? Ayna dile gelmiş:

       - Bu ülkenin en güzel kadını sizsiniz kraliçe hazretleri! demiş. Bunun üzerine kadının kıskanç yüreğine su serpilmiş ama kıskançlar ne kadar rahat edebilirlerse o kadar… Akşam olup cüceler eve döndükleri zaman Pamuk Prenses’i yerde serili görmüşler.

       Kızcağızın soluğu çıkmıyormuş, ölmüşmüş. Onu yerden kaldırmışlar. Zehirli bir şey bulur muyuz? diye çevreyi araştırmışlar kızın kuşağını çözmüşler, saçlarını taramışlar, onu suyla, şarapla yıkamışlar. Gel gelelim, hiçbirinin yararı olmamış, yavrucak dirilmemiş.

        Cüceler kızı bir tabuta koymuşlar. Yedisi de çevresine oturmuşlar. Üç gün üç gece göz yaşı dökmüşler, ağlamışlar. Kızı gömmek istiyorlarmış ama kız hâlâ canlı bir insana benziyormuş. Yanaklarının al al rengi solmamışmış:        - Bunu kara topraklara bırakamayız! demişler.

        Camdan bir tabut yaptırmışlar. Nereden bakılsa içerisi görünüyormuş. Kızı içine yatırmışlar; üzerine altın harflerle hem adını, hem de bir prenses olduğunu yazmışlar. Sonra tabutu dışarı çıkarıp dağın üzerine koymuşlar. Sürekli içlerinden biri tabutun yanında kalarak nöbet beklemeye başlamış. Hayvanlar da gelir, Pamuk Prenses için göz yaşı dökerlermiş.

       Önce bir baykuş gelmiş, sonra bir karga, en sonra da mini mini bir güvercin… Pamuk Prenses uzun, çok uzun zaman böyle tabutun içinde yatmış ama çürüyüp dağılmamış… Görenler uyuyor sanırlarmış. Çünkü hâlâ kar gibi ak, kan gibi al renkli, abanoz gibi kara saçlı duruyormuş.

        Gel zaman, git zaman… Günün birinde bir prensin yolu bu ormana düşmüş. Geceyi geçirmek için cücelerin evine gelmiş. Dağın üzerindeki tabutu, içinde yatan güzel Pamuk Prenses’i görmüş. Altın harflerle üzerine yazılı yazıyı okumuş. Cücelere:

        - Ne isterseniz vereyim… Bu tabutu bana bırakın! demiş; fakat cüceler:

       - Dünyanın bütün altınlarını verseler yine onu vermeyiz! demişler. Oğlan:

       - Öyleyse bunu bana bağışlayın… Pamuk Prenses’i görmeden yaşayamayacağım. Onun değerini bileceğim… Ona dünyada en çok sevdiğim şey gözüyle bakacağım! diye yalvarmış.

       Oğlan böyle deyince iyi yürekli cüceler ona acımışlar; tabutu kendisine vermişler. Prens tabutu uşaklarının omuzuna verip yola çıkmış. Olacak ya, uşakların ayağı bir çalıya takılmış, sendelemişler.

       Pamuk Prenses’in ısırdığı zehirli elma parçası bu sarsıntıyla boğazından fırlamış. Aradan çok geçmeden de kız dirilmiş, gözlerini açmış, tabutun kapağını kaldırmış, yerinde doğrulmuş:

       - Allah allah, ben neredeyim? diye seslenmiş. Prens sevinçle:

       - Yanımdasın! demiş. Olup bitenleri kıza anlattıktan sonra:

       - Seni dünyada her şeyden fazla seviyorum… Gel, babamın sarayına gidelim… Benim yaşam arkadaşım ol! demiş.

        Pamuk Prenses razı olmuş, onunla birlikte gitmiş.
___________________________________

Gürültülü Çocuk

Gürültücü çocuğu hiç kimse sevmezdi. Çünkü o kadar gürültü yapardı ki yer yerinden oynardı. Hele yürürken çıkardığı sesler dayanılacak gibi değildi.

O sokağa çıktığı zaman herkes evine koşar, kapıyı pencereyi sıkı sıkı örterdi.Bir gün annesi gürültücü çocuğu ekmek almaya gönderdi.
Gürültücü doğru fırına gidip bağırdı:

— Bir tane ekmek istiyorum!Öyle bağırdı ki arabasında uyumakta olan minik bebek ağlamaya başladı.

Bebeğin annesi gürültücüye dönerek “Ne düşüncesiz çocuksun! Biraz yavaş konuşamaz mısın sen?” diye söylendi. Ama bizim gürültücü çocuk hiç akıllanmadı. Eve dönerken başladı gülmeye.

Kahkahaları her yeri çınlatıyordu.

Pencereden genç bir hanım başını uzatıp gürültücüye seslendi:

— Neden bu kadar hızlı gülüyorsun? Çocuğum hasta ve başı çok ağrıyor. Sesin onu rahatsız etti. Haydi git buradan!

Gürültücü çocuk daha da çok gülmeye, gümbür gümbür sesler çıkarmaya başladı.Artık ona bir ders vermenin zamanı gelmişti.

Bütün mahalle halkı toplanıp konuştular.

Ertesi gün gürültücü çocuk ekmek almak için fırına girdi. Her zamanki gibi bağırmaya başladı:

— Bir tane ekmek istiyorum.Ama fırıncı hiç oralı olmadı; duymamış gibi davrandı. Gürültücü çocuk daha da bağırdı:

— Bir tane ekmek istiyorum dedim!Fırıncı yine ses çıkarmadı.

Gürültücü çocuk çaresiz fırından çıktı.Yürürken “takır tukur” sesler çıkarıyor, ıslık çalıyordu.

Evin önünden geçerken biri pencereyi açtı ve gürültücü çocuğun başına bir kova soğuk su döktü. Gürültücü titremekten hiç ses çıkaramaz oldu.

Sonra doğruca evine gidip olanları düşündü.

Çevresine ne kadar saygısızca davrandığını anladı.

O gün bu gündür gürültücü çocuk bir daha hiç gürültü yapmadı.

Doğru yerdesiniz...
gelisenbeyin.net'tesiniz...
Yukarı Dön
 Yanıt Yaz Yanıt Yaz Sayfa  <12

Forum Atla Forum İzinleri Açılır Kutu Gör

Bulletin Board Software by Web Wiz Forums® version 9.50 [Free Express Edition]
Copyright ©2001-2008 Web Wiz